Bu metinin amacı, Heidegger’in Dasein ve Das Man olarak tanımladığı kavramların eğitim felsefesinde yorumlanması ile öğrencilerin hergünkülük minvalinde anlaşılması ve incelenmesidir. Zira bir okul içerisinde zorunlu eğitime tabii tutulan öğrenciler, kendilerini kolektif eylemler silsilesinin içinde bulurlar. Devletlerin herkese ücretsiz olarak sağladığı zorunlu eğitim, halkın eğitim yoluyla kültürel ve materyal bakımdan kalkınmasına ne derece faydalıysa ve Dasein olmalarına katkı sağlıyorsa da öğrencilerin birer Das Man olarak hergünkülük içerisinde incelenmemesi de eğitim düşüncesinin içindeki büyük boşluğu gözler önüne sermektedir. Bu boşluk eğitimin amacına ulaşamamasına ve öğrencilerin haftanın beş günü zorunlu olarak bulunmaları gereken bir sistemin yetersiz ve verimsiz olmasına da sebebiyet vermektedir.
Das Man ve Hergünkülük
Heidegger temel metni Varlık ve Zaman’da Dasein’ı anlayabilmek ve varlığını çıplak bir biçimde ele alabilmek için onun hergünkülük minvaline işaret eder. Bu tavır insanı anlamak için son derece elzemdir, zira günlük yaşayışında özne ve nesnelik arasında gidip gelen insan, kendi kendini inceleme ve anlamlandırma çabası içindeyken bizzat kendini incelemenin konusu yapar, yani nesneleştirir. Böylece kendinin özne-var-oluşunu değil, aksine kendi üzerine düşünüm yapmaklık bakımından nesne-varlığını kavrayacaktır. “Ve tam da en kayıtsız ve en dişe dokunmayan hergünkülük içindeyken Dasein’ın varlığı çıplak bir ‘zaten şu olduğu ve böyle olmak zorunda olduğu’ ile ansızın ortaya çıkıverebilir” (Heidegger, 2021, p.212). İnsanın ve yaşamının büyük çoğunluğunu okulda geçiren, okulda ötekilerle angaje olan, bir otoriteyle tanışan, kuralların nesnesi olan, kolektifin parçası olmaya çalışan olarak öğrencilerin, hergünkülüklerinin anlaşılması, yalnızca okulda eylemeklik bakımından değil, aynı zamanda okuldan sonraki hayatlarının da doğrudan okulda edindikleriyle şekillenmesi bakımından önemlidir. Böylece insanı anlamlandırmak için onun en önemsiz gibi görünen eylemlerinin incelenme konusu edinilmesi şarttır. Böylesi bir çaba, metafizik, gözle-görünmeyenler felsefesi, Varlık incelemesi gibi değerlendirmeleri değersizleştirmekten ziyade insanı anlama çabasında onun tüm varoluş minvallerini ve şimdilerini bir arada tutma çabasıdır. “Dasein’ın hergünkülüğünün bir-şey-için-bakışsal mesafe-kaldırmaklığı, ‘hakiki dünyanın’ bizatihiliğini, bir başka deyişle Dasein’ın varolmak suretiyle hep kendisinde yer aldığı varolanın bizatihiliğini keşfedebilmektedir” (Heidegger, 2021, p.170). Heidegger’in ağdalı ve kavramsal dilinin daha anlaşılır bir biçime sokulması zorunludur. Mesafe-kaldırmaklığın aslında doğrudan anlamlandırma sürecine denk düştüğünü söylemek yanlış olmayacaktır zira yönelimsel olan insan bilinci, her zaman bir şey hakkındadır ve bu onun düşünüm ve duyumsama yoluyla doğrudan varoluşla angaje olmasının bir tavrıdır. Bu tavır dünyayı birincil tekil şahıs bakış açısından anlamlandırmaya çabalayan insanın zihinli, bedensel eylemleri, duygulanımları, düşünümleri ve angajmanı ile bütünlüklü bir çabadır. İnsan bir bütün olarak, yalnızca bedenli-oluş ya da bilinçli-oluş gibi ikircikli yapıları aşar bir tavırda varoluşa doğrudan katılım gösterir ve mesafe-kaldırır biçimde angajman ile özdeşleşir. Mesafe kaldırmak burada özne-nesne, beden-zihin, görünen-gören gibi ikircikli yapıların aslında eylemsel angajmana dayanarak karşılıklılık halinde olmasına ve iç içe geçişliliğe sahip olmasına işaret eder.
Merleau-Ponty’nin Algının Fenomenolojisi metninde algısal duyumsamanın bütünlüklü yapısına vurgu yapabilmek için değindiği bir alıntı şöyle der: “Bizim için tek bir hakiki duyma tarzı olsaydı, duyma tarzımız her an dış dünyadan kaynaklansaydı, duyamazdık (Celebres leçons, p.164)” (2016, p. 83). Böylece duyu organları, duyu nesneleriyle bütünlüklü bir angajman içindedir. Bir diğer deyişle, insan varoluşu uyarınca her an ve her biçimde varlıkla bütünlüklü bir angajman içerisindedir. Merleau-Ponty aynı metinde, Kant’ın herhangi bir varolanı yakalamanın, öncelikle bu yakalama edimi içinde kendimi var olan olarak hissetmem gerektiğine dair çıkarımından bahsederek insanlaşma edimine de gönderme yapmıştır (2016, p.12).
Bütünlüklü algının oluşu özünde nesnelerin ayrık ya da yalıtık birer şeyler olarak algılanmadığı durumla da açıklanabilir. Zira belirli bir anda bir nesnenin yalnızca bir açıdan görüntüsüne sahipken, insan onu bütünlüklü algısının yardımıyla öznel bir yargıda yakalar. “Penceremden gördüğüm insanlar, şapkalarının ve mantolarının altında gizlidir ve imgeleri retinam üzerinde resmedilmez. Demek ki onları görmüyorum, orada olduklarına dair yargıda bulunuyorum” (Merleau-Ponty, 2016, p.67). Bir diğer deyişle, şapkaların altına gizlenmiş olan bir çift göz, burun, dudakların üzerine yerleşmiş bir bıyık ve insana ait bir yüz görmüyor olmama rağmen daha önceki algı deneyimlerime dayanarak orada bir insan olduğu yargısına ve sonucuna doğal bir süreç olarak varıyorum. Sokakta süzülüp giden ve belirli aralıklarla sarsılan şapka ve manto duyumunu, adım attıkça sarsılan bir insan bedeniyle doğrudan bağdaştırabiliyorum ve böylesi bir çaba insan zihninde şaşılacak bir durum olmaktan oldukça uzaktır. Algıya gelen imgelerin doğrudan olduğu gibi algılanmadığı ve öznel bir yorumla insanca işlenip bilinçte karşılık bulduğu ve edimin bütünlüklü bir çaba olduğu konusu böylece ortaya çıkmış oldu. İnsanca bütünlüklü algının devamlı ve kesintisiz bir biçimde meydana gelmesi, aslında insanın hergünkülük minvalinde ne denli incelenme konusu olmaya değer çabalar sarf ettiğinin de bir başka göstergesidir. Bu duyumsama süreci, insanın özellikle varoluşunu, ölümden sonrasını vb. incelediği bir anda gerçekleşmez. Bizzat, evinin camından sokakta yürüyen insanları gözlemlemek için yöneltilmiş bir bakışta bile insanın varoluşa angajmanı ortaya çıkabilmektedir. Nasıl ki, Jean-Paul Sartre’ın Bulantı eserinde Roquentin bir ağacın köküne bakıp varoluşu sorguluyorsa (Sartre, 2019, p.190), Dasein da aslında Das Man’a en yakın olduğu anda varoluşa tutunma çabasıyla bir o kadar var olmaktadır.
Sartre’a göre varoluş özden önce gelir (2022, p. 37), zira insan kendini ancak ve ancak eyleyerek var edebilir ve özünü oluşturabilir. Öz, a priori edinilen bir özellikler silsilesi ve asla değiştirilemez bir kadere boyun eğmek zorunda olunan bir kavram değildir. İnsan neyi eylerse en sonunda o olacaktır. Öyleyse bir öğrenci her sabah okula gittiği için ve bir işçi tam da her gün o işi eylediği için oldukları şey olacaklar. Türkçe dilinde tam olmasa da İngilizce’de “who are you?” sorusu felsefi derinlikten oldukça uzaktır. Zira “who are you?” sorusu “sen kimsin?” olarak çevrilmelidir ve bu çeviri uyarınca kişinin kim olduğu sorusuna beklenen cevap onun ismi olmamalıdır. Çünkü kendisine anne-babası ve dünyayla angajmanını anlamladırabildiği zamanda ötekiler tarafından hitap söylemi olarak kullanılan ismi, kişinin kim olduğunu belirlemekten oldukça uzaktır. Birinin Mehmet olması ile Ahmet olması arasında ne gibi bir kendilik farkı olabilir (İsimlerin anne-baba tarafından verildiği ve çocukların da bizzat kendileri tarafından eğitildiğini düşündüğümüzde muhafazakar isimler verilen çocukların muhafazakar bir çevrede büyümesi ve dolaylı olarak da isminin kimliğini etkilemiş olması çıkarımsanabilir. Ancak sonrasında gittiği üniversiteler, okuduğu kitaplar aracılığı ile isminden ve aile eğitiminden farklı bir kişiliğe bürünebilir)? Bir kişinin kimliğini onun hergünkülük minvalinde eylemesi belirliyorsa, Sartre’ın meşhur örneğinde olduğu gibi garsonluk yapan biri garson olur. Öğrenci okulda, yetişkinler de sistemin baskısıyla işçi olarak hayatının büyük çoğunluğunda bir biçimde eylerler. Londra sokaklarında yürürken benimle yapılan ve sosyal medyada izlenme sayısı farklı kanallarda on milyonu geçen bir röportajda soruları soran kişi 3 soru ile mesleğimi tahmin etmeye çalışacaktı. Bana sorduğu ilk soru “Who are you and where are you from?” (Kimsin ve nerelisin?) oldu. Mesleğimi tahmin etmeye çalışan bu kişiye verdiğim cevap şuydu: “I am from Turkey. Are you gonna guess who I am?” (Türkiye’denim. Benim kim olduğumu tahmin edecek misin?) Zira benim kendiliğim, kişiliğim, kimliğim, benliğim hergünkülük minvalinde eylediklerimle bizzat şekillenmektedir. İsmimin Süleyman olması benim kim olduğumu anlatmıyor ki. Ancak röportajı yapan kişi aslında “kimsin?” diye sorarken mesleğimi değil, oldukça sığ bir bakış açısıyla ismimi soruyordu. İnsanın hergünkülük eylemleri toplum içinde öteki ile zorunlu bir angajman ile başka biçimlere bürünebilir. Değişim kaçınılmazdır, ancak eğer değişim baskı yoluyla insandışılaştıracak bir biçimde geliyorsa, yabancılaştırıcı etkisiyle insanları olmak istemedikleri durumlara zorlayabilir.
Öyleyse her insan eylemleriyle kendini var edebiliyorsa, baskılanan, susturulan, şiddete maruz kalan, tehdit edilen insanlar da “öyle değil de, böyle” eylemeye zorlanmaları bakımından istemedikleri bir benliğe sahip olacaklardır. Öyle ki bu benlikleri onlara başkaları tarafından dayatılmıştır. İnsanın hergünkülük minvalinde bir ötekinden büsbütün kopuk ya da yalıtık bir tavırda olması söz konusu değildir. Ancak öteki ile angajmanı tahakküm edici ise bu çatışkı tahakküm altına alıcı bir tavırda ezileni insandışılaştırmaktadır. Kapitalist bir toplum düzeninde toplumun ezici çoğunluğunu yoksulluğa itip sermayeyi elinde tutmak için çeşitli endoktrinasyonlara ve manipülasyonlara başvuran sermaye sahipleri bu tahakkümü yaratmayı kendilerine güç kaynağı sağlamaklık bakımından muhafaza etmeyi isterler. Zira onlar işçileri ezerek ve bunu yapısal bir biçimde sürdürerek işçinin toplumsal konumunun boyun eğdiriciliğini karşıya aksettirmek isterler. Böylece kendilerinin hiyerarşide yukarıda olduğu mesajını vererek işçilerin sönümlenmesini sağlarlar. Bu sönümlenme, ezilmişlik paydasında ortaklaşabilecek insanların dini, ırkı, ten rengi, cinsel yönelimi, cinsiyeti gibi farklılıkların aşağılayıcı biçimlerde nefret söylemi olarak gündeme getirilip alevlendirilmesiyle de pekiştirilir. Böylece ezilenler kendi aralarında bölünmüş ve öteki ezilenden nefret duyan bir tavırda esasen azınlık olan ezenlere karşı birleşme yeteneğini kaybetmiştir. Öyle ki, “Ezen azınlık, çoğunluğa boyun eğdirdiğinden ve hükmettiğinden, iktidarda kalabilmek için onu bölmek ve bölünmüş halde tutmak zorundadır.” (Freire, 2021, p.161) İnsanlaşma mücadelesine girecek olan ezilenler ise umutsuz, yılgın ve değişiklik inancını kaybetmiş yığınlar tarafından yalnız bırakılırlar, zira artık büsbütün birçok sebeple bölünmüşlerdir. Oysaki insanın neliğini anlamak için daha çok insana ihtiyacı olan ve en dişe dokunmaz eylemlerin incelenmesini öneren hergünkülük minvalinin “en dişe dokunmaz insanlar” tarafından performe edilirken incelenmesi gereklidir. En dişe dokunmaz eylemlerin, en dişe dokunmaz anlarda, en dişe dokunmaz insanlarca yapılması, insanlaşma felsefesinin inceleme alanını oluşturmaktadır. Ancak toplumun azınlığı tarafından baskı altına alınan ezici çoğunluk böylesi bir inceleme konusu olamaz. Zira kendiliklerini gerçekleştirmekten uzaklardır, tahakküm altında başkalaşmış ve kendilerine yabancılaşmışlardır. Böylesi bir durum insanın anlaşılmasının önündeki büyük bir engeldir.
Halkın azınlığa mensup bir sınıfı, ezici çoğunluğu nasıl kontrol etmektedir? Yasal silahlı kolluk kuvvetleri ile ve bu kolluk kuvvetlerinin kutsallığının ilan edilmesiyle (Lenin, 2014). Böylece halk kolluk kuvvetlerinin onları korumadığının farkına varamayacak ve onları kutsal ilan ederek büsbütün insanlaşma felsefesinin önündeki en büyük düğümü atacaktır. Halbuki kolluk kuvvetleri halkın (sayıca) ezici çoğunluğunu korumayı kendine görev edinmiş olsaydı, toplumsal olaylara tepki gösteren halkın öfkesini şiddetle bastırmak yerine onların zarar görmediğinden emin olmayı tercih ederdi. Şiddetle bastırılmış, kendisi şiddete maruz kalmadıysa da daha önceki şiddet olaylarını temel alarak korkutulmuş insanlar felsefi inceleme konusu olmalıdır. Ancak bu inceleme insanlaşma mücadelesini tamamladıktan sonra gerçekten samimi bir sonuç verecektir. Bu şiddet, korku ve baskılanma insandışılaştırması bakımından halkın içindeki bireylerin eylemlerini ve hergünkülüğünü belirli tavırlara koşullayacak ve böylece de eleştirel felsefi bakışı tahrif edecektir. Böylesi bir dayatma insan varoluşu bakımından kritik bir öneme sahiptir, zira bilinci oluşturan şey çevresel etkilerdir. İnsan ötekilerle angaje olur, bu duvar, oda gibi nesneler ve aynı zamanda özneler ve aynı zamanda eylemlerdir. (Eylemlerin inceleme konusu olabilmesi için özne-nesne ikircikliği içinde ezme-ezilme ilişkilerinin çözülmüş olması gerekmektedir. Aksi halde ezilenlerin eylemleri baskı aracılığı ile kurulmuş olduğundan gerçekte ne niyetle yapıldığı bilinemeyeceği için yanıltıcı olacaktır. Baskı, bir ötekinin zorunlu oluşuyla gelmez, çünkü ötekinin oluşu baskı yaratmaz. İnsan eylemliliği zaten bir öteki göz önünde bulundurularak incelenir. Ancak öteki baskı üretiyor ve insanların hayatlarına çeşitli biçimlerde kaygı ve yabancılaşma katıyorsa o halde felsefi tavrı da tahrif etmektedir). Öyle ki, “kendimi ancak başkası aracılığıyla tanıyabilirim” (Sartre, 2021, p.98). Böylece kendimin değillemesi olan çevrenin içine dahil olan her ötekiyle angajmanım eylemler çerçevesinde karşılıklılık ilkesine dayanır ve böylece “bütün insanlardan sorumlu olurum” (Sartre, 2022, p.40). Bütün insanlardan sorumlu olmak göz önünde bulundurulduğunda bu durumun teorik imkanı ve pratik imkansızlığı ile karşılaşırız. Ancak böylesi bir tavra yakınlaşabilmek için halkçı olmak ve toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan kalabalığı göz önünde bulundurmak yeterli olacaktır. Zira böylece daha çok dişe dokunmayan insanın, daha çok dişe dokunmayan eyleminin incelenmesi olanağı hergünkülük minvalinin daha iyi anlaşılmasına da sebebiyet verecektir.
İnsanın ötekilerle angajmanı yalnızca kendinde-varlık ve kendi-için-varlıklarla olan angajmandan daha öte bir biçimde ele alınmalıdır. Zira insanları yalnızca özne-nesne ikircikliğine oturttuğumuzda zorunlu olarak “öyle ya da böyle olmaya” mahkum ediyoruz. Ancak insan bir var-oluş süreci olarak angajmanını bedenli, zihinli, duyumsayan vb. gibi sıralanacak bütünlüklü silsileler sayesinde, nesnelerle ve öznelerle kurulan bağda bulur. Bu argümanın eksiği ise eylemin de özne-nesne ikircikliği içine yerleştirilmemesidir. Zira özne-nesne-eylem üçlemesi insanın nesne-oluşunun da özne-oluşunun da tam olarak ne biçimde gerçekleştiğinin ve aktarıldığının aracı koşutudur. Böylece insan özne ya da nesneliğini ancak ve ancak eylemleri ile gerçekleştirirse öteki ile angajmanı aynı zamanda ötekinin ve kendinin eylemleriyle olan angajmanı ile de doğrudan ilişkilidir. Böylece insan varoluş içerisine eyleyerek dahil olan bir özne olmaktadır zira onu ne yalnızca nesneler ne de yalnızca özneler belirler. Onu belirleyen, özne-nesne ve eylemlerdir. Böylesi bir söylem toplumsal koşulların insanı etkilemediği gibi bir sonuca varmaz, aksine toplumsal koşulların içine bir de kişinin bu koşullara karşı verdiği tepkilerin de bizzat eklenmesi gerektiği sonucu çıkarımsanır. Öyle ki insan toplumsal koşullara göre şekillenmiştir, ancak onunla kurtuluşa erecek biçimde angaje olup mücadele etmediği sürece büsbütün kaderci bir anlayışa teslim olur ve toplumsal koşulların onu değiştirmesine değil aksine sindirmesine sebep olur. Toplumsal koşullar onu belirli bir biçime sokmaz, tam da istediği biçime sokar. Böylece insan otantik varoluşundan uzaklaştırılır, zira toplumsal koşullar onu nesneleştirmiştir. Nesneleşen insanın insandışılaşmış halde olması da bizzat insanı anlama çabasının boşa düşmesine sebep olur. İnsandışılaşmış birey olmayan (insanlık) bir değişim yaratamaz. İnsan bir şeyi yok edemez der Jean-Paul Sartre, olmayan bir şeyin ise yok edilmesi onu var etmek olacağı için, insan bir şeyi var etmekten de benzer bir tavırda uzaktır. Sartre “Onun değişime uğratabileceği şey, bu varlıkla olan münasebetidir” (Sartre, p.69) der. İnsanın değişime uğratacağı yegane şey eylemleri, toplumsal koşullarla angajmanı ve öteki ile münasebeti ise insanın özne-nesnelerin varlığı ile angajmanı ve aynı zamanda eylemlerle angajmanı da incelenmelidir. Zira insanlar neredeyse hiçbir biçimde varlıkla angaje olurken eyleme yönelik düşünümde bulunmaz. Bu oldukça nadir olur ve çoğu zaman göz ardı edilir. İlk kez sevişen bir erkeğin “şu an sevişiyorum” diye düşünmesi, ne önünde çırılçıplak uzanan bedenin ne de birincil bakış açısından görünen uzuvlarının üzerinde bir düşünüm değildir. Bizzat eylemle angaje olunmuştur ve böylesi bir tavır onun anın içine gömülmesine sebep olmaktadır. Anın içine gömülmek, insanın eyleyerek varoluşunun açığa çıkarılması için öncü rol oynar zira yönelimsellik, çoğu zaman özne ya da nesne üzerine yönelmiş olsa da eyleme dair yönelimsellik insanı anlamamız için kilit rol oynayacaktır. “Toplumsal yaşam her şeyden önce eyleme dayanır” (Engels, 2024, p. 79).
Marksist perspektiften de insan olma, her zaman belli bir sosyal ve tarihsel oluşum içinde koşullanır ve belirlenir. “İnsani öz, tek tek bireylerin içlerinde bulunan bir soyutlama değildir. Gerçekte toplumsal ilişkilerin bütünüdür” (Engels, 2024, p.79). Böylece insani özü kavramak için onun ilişkilendiği şeyleri anlamak ne denli önemliyse, ne biçimde ilişkilendiği de önem kazanmaktadır. Toplumsal ilişkilenme, metnin ilerleyen kısımlarında değineceğimiz kolektif bir dayanışma fikrinin insanlaşma süreci için önemini vurgularken yeniden gündeme gelecektir.
İnsanlaşma Mücadelesinde Hergünkülük Minvalinin Önemi
İnsanın bir odada bulunması ve yalnızca gözlerini duvarlarda gezdirmesi bile duvarların üzerindeki desenleri, bozukluğu, rengi, köşeleri görmesiyle bilinci bir angajmana dayanarak değişime uğratır. Böylesi bir değişim, pekala insanın oluşunu, daha önce duvarı incelememiş olmaklıktan, duvarla daha tanışık olmaklığa değiştireceği için tanışıklık aslında karşılıklı bir değişimi önceler. Zira artık duvar, onu tanıyanın gözünde eskiden olduğu yabancı, bilinmez halde değildir ve duvarı tanıyan da eskiden olduğu gibi duvarın neliğini, biçimini bilmez bir halde değildir. Öyle ki insanın eylemselliği duvarın öylece durmasıyla bile angaje oluşuyla tanışıklığa ve dolayısıyla değişikliğe sebep olur. Böylece insan hergünkülük minvalinde olduğu için, kendi ötesindekilerle angaje olan olarak tanışıklık geliştirmesi bakımından doğrudan toplumsal koşullarla bağlantılıdır. Nasıl ki toplumsal koşullar insanı değiştirirse, insan da doğrudan dahil olduğu toplumsal koşulları değişir. Böylece insan, insanlaşma mücadelesini hergünkülük içinde veriyor olmalıdır ki toplumsal koşullar da zamanla insanın hergünkülüğünün mücadeleye ihtiyaç duymadan insanlaşmasına yol açabilsin. Hergünkülük minvalinde kendini otantik bir biçimde var etmekten alıkoyulup sömürülenler, hergünkülüklerini başkasının eline bıraktıkları ya da kendi eylemsellikleri ve hergünkülükleri bir başkaları tarafından zorla alıkonduğunda, artık insanlaşma sürecinden de mahrum edilmişlerdir. Böylesi bir mahrumiyet, devrimsel bir değişimi zorunlu kılar, ancak insan hergünkü eylemselliğiyle de devrimin keskin ve yıkıcı niteliğini önlemek durumundadır. Bir diğer deyişle, insanlar insanlaşma sürecinde olduklarında, ezilenlerin devrimi gerçekleştiğinde halk böylesi köktenci bir toplumsal değişikliğe karşı direnç göstermemeli ve onların insanlaşmasına fayda sağlayacak bu devrimi desteklemelidirler. Hergünkü emeğin sömürülmesi yığınların içinden insanlığını söküp alması bakımından muhakkak değiştirilmelidir ve bunu hergünkülüğü çalınan insan bizzat yapacaktır. Zira içinden insanlığı sökülenler artık bir ölüden, bir makinadan farksızdır. Öyle ki ezenler de ezilenlerin böylesi cansızlaştırılmasından, insandışılaştırılmasından, varoluşsuzlaştırılmasından memnuniyet duyarlar. Bu tavrı günlük hayatın neredeyse her yerinde görmek mümkündür. Okulda sıralarında sessizce oturan ve zihinleri boş ve doldurulmaya hazır birer kumbara olarak görülen öğrenciler, yönetenlerin yaptıkları yolsuzluk ya da hatalara karşı sarf edilen “bin yıllık devlet aklı” gibi söylemlerle, sorgulamadan emir almaya eğilim geliştirerek pasif alıcılara indirgenirler. Ancak insanların bütünlüklü ve karmaşık yapıları onların otantik varoluşlarına ters düşen, böylesi buyurucu yapıyı birçok kez reddedecektir. Yerinde çıkarımlar yapamayan ya da cahil ve cesaretsiz bırakılan insanlar ise üzgün, kederli ya da depresyonda olduklarını düşünürler, ancak içlerinden insanlıklarının söküldüğünün farkında değillerdir. Böylece insanlaşma sürecinde hergünkülük minvalinde olan öğrenci de zihni bomboş varlıklar olamayacakları için hiçbir şey bilmeyen pasif/edilgen alıcılar değillerdir. Zira insanlar yalnızca sokakta yürüyerek bile, kaldırım taşlarının desenlerine bakarak bile bir şeyler öğrenirler. Öğrenmek her zaman kelimelere dökülmek ya da somut ürünler üretme üzerinden ifade bulmak zorunda değildir. İnsanın bedensel olarak ne hızda yürüdüğünde daha az yorulduğunu keşfetmesi de bir öğrenme biçimidir. Ancak neoliberal kapitalist tahakküm insanların edimlerinin tamamının metalaşmak zorunda olduğu fikrini onlara öğreterek, meta olmayan ya da para ile alınıp satılamayan herhangi bir edimin değersizleşmesi üzerinden korkunç bir endoktrinasyon yürütmektedir. Böylece sınavlarda başarı getirmeyecek bilgilerin değeri öğrenci ve öğretmen nezdinde yok sayılacaktır. Sonuç olarak da müfredatta önemli sayılan ne ise o öğrenilecek ve yeniden ezenlerin bizzat kendilerinin hazırladığı müfredatla öğrenilecek ve değer verilecek bilgiler bile dışarıdan bir dayatma sonucu edinilecektir. Başkalarını mutlak bilgisiz saymak, baskı ideolojisinin karakteristik bir özelliğidir (Freire, 2021, p.91). Ancak insandışılaştıran politik unsurlar öyle baskındır ki, insan eylemlerinde insandışılaştıran unsurları ortadan kaldırmak için de mücadele vermelidir. Azınlığın kendi çıkarlarına göre halkın çoğunluğuna vereceği keyfi emirler çoğunluk tarafından uzlaşmaz bir biçimde uyumsuz kalacaktır. Bu uyumsuzluğun “giderilmesi” ancak baskı yoluyla gerçekleşir, zira başka hiçbir biçimde herhangi bir azınlık bir çoğunluğu yönetemez. Baskı altına alınmış çoğunluğun sayıca fazlalığına olan güven öncelikle onlar arasında bir dayanışma, daha sonra da tahakküm koşullarını yok etme biçimde ortaya çıkmalıdır. Böylesi bir dayanışmanın var olabilmesi ancak ve ancak insana değer verildiğinde önem kazanacaktır. Öyle ki, tecavüze uğrayıp bedeni parçalara ayırmış bir kadının hikayesi duyulduğunda “o saatte kız başına orada ne işi varmış?” sorusunun sorulması düpedüz ahlaki bir yozlaşmanın göstergesidir. Maduru suçlu gösteren böylesi ifadeler ancak ve ancak kendini insan olarak görmeyen bir varlık tarafından sarf edilebilir. Zira bir insana tecavüz edilmesi ve öldürülmesi gibi dehşet verici olaylar silsilesi sonucunda vicdanında bir parça dahi duygusal bir etki olmamış ve yalnız başına bir yere giden kadının böylesi bir durumu hak etmesi gerektiğine inanıyordur. Bu kişi karşısında ölenin bir insan olduğunun bilincinde değildir, zira kendini de bir insan olarak görmüyordur. Yedikleri yemeğin düşük kalitesi, ailesi tarafından sevilmemesi, tuttuğu takımın şampiyon olamaması, yoksulluktan istediği arabayı alamaması, evlenmek istediği kadının ona yüz vermemesi, oyları çalındığı için kendi fikrinin değersizleştirilmesi, çeşitli sebeplerle her yere kayyum atanmasıyla iradesinin yok sayılmasıı, iş fırsatlarının yalnızca tanıdıklara sunulması gibi olaylar silsilesi ve baskı rejimininin böylesi insanları bu tarz senaryolara daha da sıkça zorunda bırakması onların kendi insanlıklarını unutmalarına ve sonrasında da empati kurma yetilerinin zamanla silinip gitmesine sebep olmaktadır. Bu yorumu yapmış olan kişi, baskının ortadan kalkmasıyla insanlaşacak olsaydı, kadının öldürülmesinden vicdan rahatsızlığı duyacaktı, zira kendini insan sayacak ve özdeşleyim kurarak empati hissedecekti. Böylece artık ezenler ürettikleri söylemlerin bizzat ezilenler aracılığıyla da yeniden üretilmesine sebep olmuşlardır ve hedef ezenler değil, böylesi söylemleri üreten bir başka ezilenin ta kendisidir. Bu durum ezme-ezilme ilişkilerini değiştirmeyerek yalnızca alt-ezme döngüleri yaratmaktadır. Alt-ezme döngüleri bizzat ezenler tarafından yaratılmış olsa da döngü işlerken doğrudan eylemi gerçekleştirmedikleri için sorumluluğu asla yüklenmezler ve çoğu zaman suçun faili olarak görülmezler bile. Ekonomik krizin tek sebebinin yalnızca düzensiz göç olduğunun ancak hükümetin yolsuzluklarının ya da bizzat neoliberal politikanın isminin zikredilmemesi de bu duruma örnek olarak verilebilir.
Bu durumu aşabilmek için insanlaşan-hergünkü-eylemlerin varlığı zorunludur. İnsanlaşan-hergünkü-eylemler, insanca yaşayabilmek için her gün eylenen edimlerdir. Örneğin, tuttuğu bardak elinden düştüğünde, nazarın çıktığına inanmak yerine bardağın ıslaklığından dolayı parmaklarının arasından kayıp düşürdüğünü anlamak insanlaşan-hergünkü-eyleme örnek olarak verilebilir. Zira insan artık olan şeylerin sebebini metafiziksel, insanüstü güçlere bağlamaktan vazgeçmiş ve olayların bizzat öznesi olmaya başlamıştır. Karakterinin zorluğunu burçlara değil de bizzat eylemleri sebebiyle olduğunu kabullenmek insanlaşan-hergünkü-eyleme örnektir. Aşırı hız nedeniyle kaza yapan ve çarptığı araçtaki diğer tüm fertlerin de ölümüne sebep olan trafik canavarının annesinin “oğlumun kaderi buydu” demesi yerine, “oğlum yüksek hız yaptı ve bir başka ailenin de canını aldı” demesi, diyebilmesi insanlaşan-hergünkü-eyleme örnektir. Yoksulluğunun bizzat yüce bir güç, bir yaratıcıdan verilmiş olduğunu reddederek hükümetin yolsuzluklarının, neoliberalizmin ve kapitalizmin yıkıcı politikalarından kaynaklandığını kabul etmek insanlaşan-hergünkü-eyleme örnektir. Böylesi eylemler silsilesi insanlaşma sürecinde bireyin tek başına üstleneceği bir sorumluluk değildir. Zira birey toplumun içinde olmaklıktan dolayı eylemleri ve söylemlerinden bizzat sorumludur ve bireyin topluma etkisi de toplumun bireye etkisi kadar önemlidir. Ancak bu rekabet/çatışkı yaratacak ya da insanın varoluşunu zorlayacak bir tavırdan oldukça uzaktır. Zira insanlar birlikte yaşayan, görünse de görünmese de birlikte eyleyen ve ötekinin eylemlerinden faydalanan bir biçimde toplumu oluşturur. Toplumun yaşayışı rekabet ve çatışkıdan çok, birlik ve kardeşliğe dayanır. Öyle ki, bir başkasının ürettiği kıyafetler içinde, bir başkasının ürettiği ışıklı ekrandan, bir başkasının yazdığı yazıyı okuyarak bile toplumun (okuyucu dahil) en az 4 bireyinin ortaklaşması sonucu böylesi bir organizasyon kurulabilmektedir.
İnsanlaşan-hergünkü-eylemler okullarda daha da kalabalıklaşmış bir topluluk örneği gelince iyice belirginleşir. Zira eğer sınavlarda alınan puanların öğrenciler üzerinde daha çok sevileceklerine ya da daha popüler olacaklarına dair bir yargı oluşturacaksa bu onların öğrenme materyaline yönelim biçimlerini büsbütün değişikliğe uğratır. Artık onlar için öğrenme materyali birer yarış aracı olarak benimsenir. Böylece, rekabet etmenin öğretildiği çocuklar, yabancı dil öğrenirken “günlük kaç kelime öğrenmem bana yeter?” şeklinde öğrenmeyi niceliksel bir indirgemeye zorlarlar. Bu kadın cinayetine insandışı bir yorum yapan kişi kadar insandışılaştırılmış bir söylemdir. Zira öğrenmek, insana özgü ve karmaşık bir yapıdadır. İnsan bir makina olmadığı için, 1-2-3-4-5 kelime gibi, parmakla sayarak öğrenmez. Bir makinadaki verilerin sayısı üzerinden tartışma yürütülebilir, ancak bir insanın öğrenme biçimi asla bir makina ile kıyaslanmamalı ve onların öğrenme biçimi ile özdeşleştirilmemelidir. Yukarıda bahsedilen, kadın cinayeti olayında kadını suçlayacak olan kişi ne denli insandışılaşmışsa, kendini bir makinanın öğrenme biçiminde özdeşleştiren kişi de o derece insandışılaşmıştır. Üstelik öğrenci yalnızca kendini bir öğrenme makinasına indirgemekle kalmaz, aynı sınıfı paylaştığı arkadaşlarını da birer rakip olarak görüp, ezilmesi gereken bir düşman olarak nitelendirir ve insandışılaştırır. Bu neoliberal politikaların insan hayatındaki bizzat yansımalarıdır. Öyle ki onlar her şeyin olduğu gibi, öğrenmenin somut ürünlerle, sevginin alınan hediyelerle ve dostluğun bir çıkar uğruna olacağı fikrini insanlara benimseterek kişiyi insandışılaştırırlar. Öğrencilerin sınıflarda tanıştırılacağı, insanların kardeşliği, birlik duygusu üzerinden inşa edilecek insana ait duygular, onların insanlıklarını yeniden kazanması adına önemli bir role sahiptir. Soyut, makinalaşmış, metalaşmış, insanüstü ya da metafizik kavramlara olan ilginin insana yönelmesi şarttır. Ancak bu şekilde baskı yoluyla hergünkü eylemleri insandışılaşan bireyler, kendi insanlıklarını yeniden kazanma yoluna girmiş olacaktır. Nietzsche’nin bize Böyle Buyurdu Zerdüşt metninde söylediği “Yalvarıyorum kardeşlerim, yeryüzüne sadık kalın ve size doğaüstü umutlardan söz edenlere inanmayın!” (Nietzsche, 2011, s.31) cümlesine kulak vermek gerekir. Bulutların üzerinden yeryüzüne inmek burada, insanın insana ait olan şeyleri keşfetmesi için bir çağrı niteliğindedir. Zira insanlar metafizik, insanüstü, doğaüstü, kavramsal olana öylesine sırtını dayamıştır ki, artık kendini neredeyse şizofrenik bir varlığa adamış olarak insanlıktan uzaklaşmaktadır. Bunun aşılması, insana verilen değer ve birlik duygusu ile yeniden kazanılabilir. Tanrılara verilen kurbanlar kadar, insanlara yardım etmeyi hedefleyen bir toplulukta sürekli yardımlaşma ve dayanışmaya dayalı yok edilmesi zor bağlar kurulur. Ancak sonradan icat edilen ve insanların uymak zorunda olduğu öğretilen, hayat mücadelesi, zenginlik hırsı, mülk edinme yarışı, vatan sevgisi, tanrı sevgisi gibi insan olmayan kavramlara ya da nesnelere duyulan ihtiyaç ve bu ihtiyaç uğruna mücadele verilmesi, insanların önem derecelendirilmesindeki bozulma ile sonlanır. Yukarıda sıralanan listedeki mülk edinme yarışı yerine dayanışma, vatan sevgisi yerine birlikte yaşadığı insanlara karşı sevgi, tanrı sevgisi yerine kendini sevme ve özbakım koyulabilir. Böylece artık kendinin ve etrafındaki insanların faydasına olacak eylemleri yapmaya başlamıştır. Böylesi bir eylemler silsilesini günlük hayatında uygulayabilen insan, insanlaşan-hergünkü-eylemliliği ile Das Man olmaktan çekinmeyecek, zira Dasein ve Das Man arasındaki o hassas hiyerarşi onun için pek de anlamlı olmayacaktır. “Farklı hayvan topluluklarında bireyler arasındaki mücadele yok olduğunda, mücadele yerini dayanışmaya bırakır” (Suissa, 2010, çevirisi; Kropotkin, 1972, p. 28). Böylesi bir toplumsal koşulun oluşturulması için karşılıklı bilinçlilik, bireylerden yalnızca birinin insanca davranması ve ötekinin onun iyi niyetini ve emeğini sömürmesini de önleyecektir. Karşılıklılık durumu bilinç ortaklığı yaratması bakımından birleştirici bir yapıda olacaktır. Zira bu dayanışma ırk, milliyet gibi ayrıştırıcı bir kavramsal söylem yaratmaz, aksine birleştirici bir kültür oluşturur. İnsanların insana ait olan kültür etrafında birleşmesine ancak her insanın farklı olduğu gerçeğini de göz önünde bulundurarak farklılıkları da kabul etmelerine sebep olur. Öyle ki ırk denen kavram soyut bir biçimde, hatta neredeyse zorla yaratılmıştır. Hangi ırktan olursa olsun, eğitim ile bireylerin başkalaşması mümkündür. Bu sebepledir ki, birlikte yaşanılan komşulardan biri faşist, biri komünist olabilmektedir.
Birlik olma ve dayanışma kültürününün daha tam anlamıyla insan olma sürecine doğrudan etkisi tartışmasızdır. Zira insanlar ayrıştırıldıkça birbirilerine karşı daha az tanışıklık geliştirir ve nefret ettirilmesi oldukça kolay bir hale indirgenirler. Burada son olarak sol literatürün en etkin isimlerinden biri olan Karl Marx’ın, kendi çağının ünlü bilimcisi Charles Darwin ile olan mektuplaşmaları ve Kropotkin’in Marx’a yönelttiği eleştirisi tartışılacaktır. Karl Marx, Charles Darwin’in evrim teorisinden oldukça etkilenir ve kendi toplumsal evrim kuramıyla kurduğu bağından dolayı bilimsel bir zemin sağlaması noktasında övgülerini gizlemez. Ancak Marx burada anarşist düşünür Kropotkin’den geçerli bir eleştiri alır. Zira Darwin’in evrim teorisi, bilimsel olmaktan ziyade kendi döneminin “Victorian”—güçlü güçsüzü ezer şeklindeki politik söylemi doğrudan yansıtıyordu. Hatta öyle ki Darwin’in evrim teorisinin temeli, en uygun olanın sağ kalması, güçlünün güçsüzü yok etmesi üzerine kurulmuştur. Halbuki, güçlünün güçsüzü yok etmesi 24 saatlik bir sürecin, göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir sürecinde gerçekleşen türler arası mücadelenin yansımasıdır. Genellikle sürüler halinde yaşayan hayvanlar (ki sürü olarak yaşamayan hayvanlar ile insanlar benzetilemez, zira benzerlik kurulan nokta toplum olma kavramı üzerinden inşa edildiği için yalnızca sürü halindeki hayvanlardan bahsedilebilir) günün geri kalanında birbirileriyle dayanışma, iş bölümü yapma, birbirlerini koruma içgüdüsüyle hareket ederler. Yani Darwin’in evrimsel teorisi, türlerin mücadelesinin onları ileri götürdüğünü iddia ederken Marx bu fikri benimseyip kendi teorisine uyarlamaya çalışmıştır. Ancak günün kalan 23 saatinde dayanışma halinde oluşları, ikisi tarafından da göz ardı edilmiş ve aslında dayanışma yapabilme becerileri ve kendilerini koruma biçimlerinin geliştirilmesiyle evrimsel sürece dahil oldukları fikri büsbütün göz ardı edilmiştir. Günün büyük bir zamanını dayanışmaya ayıran hayvan sürülerinin dayanışması yerine, günün belki de anlık bir zaman diliminde mücadele edişine odaklanıp tüm evrim teorisinin buraya yoğunlaşması ve Marx’ın da bu teoriyi benimsiyor olması, topluluk olmanın temeli olan dayanışma ve birliğin büsbütün göz ardı edilmesinin bir başka bir sebebidir. Mücadele halinde oluş asla göz ardı edilecek kadar önemsiz değildir, zira bir tür içindeki bireyin vahşice yok edilmesi duygusal ve travmatik bakımdan topluluğun geri kalan üyelerini etkiler. Buradaki konu tam olarak da dayanışma ve mücadelenin bütünlüklü ve hakkaniyetli bir biçimde incelenmesi olmalıdır. Marx’ın, Darwin’in doğal seçilim ve evrim kavramlarından etkilenerek, güçlü olanın zayıfı ortadan kaldırması yoluyla hayatta kalmayı öneren bir teoriyi, ezilenlerin aydınlanması ve direniş mücadelesine bilimsel bir zemin olarak kabul etmesi, tartışmalı bir konudur. Bu bağlamda, evrim sürecinde bireylerin birbirine üstünlük sağlaması ve yalnızca en güçlü olanın hayatta kalması fikrinin aksine, sürekli iş birliği, kardeşlik ve dayanışmanın öneminin göz ardı edilmesi, Kropotkin tarafından eleştirilmiştir. Zira ezilenlerin aydınlanması, proletarya sınıfının birleşmesi ve mücadele edebilmesi için iş birliği ve kardeşlik fikirleri daha çok ön plana çıkarılmalıydı. “Doğada farklı türler arasında ve özellikle farklı hayvan sınıfları arasında büyük oranda bir mücadele olsa da, aynı türe ait hayvanlar arasında ya da, en azından, aynı topluluğa ait hayvanlar arasında karşılıklı dayanışmaya, karşılıklı yardımlaşmaya ve karşılıklı savunmaya da bu mücadele kadar, hatta belki daha fazla rastlanır” (Kropotkin, 2001, s.19). Böylece insanlaşan-hergünkü-eylemlilik, öteki ile zorunlu birlikteliğin göz ardı edilmediği ve öteki ile dayanışma içinde olunan, insanüstü-metafizik kavramların yüceltilmesindense insana hak ettiği değeri veren daha tam anlamıyla insanlaştıran, varoluşa doğrudan katılıma yardımcı olan özne-nesne ikircikliğine sıkışmanın ötesinde eylemi de inceleyen bütünlüklü algı yöntemlerinin tamamıdır.
Sonuç
Bu çalışma, Heidegger’in Dasein ve Das Man kavramları bağlamında gündelik yaşam pratiklerinin eğitime etkilerini ve insanlaşma sürecindeki önemini ortaya koymayı hedeflemiştir. Özellikle bireylerin hergünkülük bağlamında eyledikleri, onların varoluşlarına dair anlamlı ipuçları sunmakta ve eğitimin yalnızca bilgi aktarımından ibaret olmadığını, aynı zamanda insanlaşma sürecinin bir parçası olduğunu göstermektedir. Eğitim sistemlerinin, bireylerin yalnızca bilgiyle donanımını değil, aynı zamanda insanlaşan-hergünkü-eylemler bağlamında kendilerini ifade edebilecekleri, eleştirel düşünce geliştirebilecekleri ve kolektif dayanışmayı öğrenebilecekleri alanlar yaratması gereklidir. Bu bağlamda, öğrencilerin birer Das Man olarak gündelik yaşam pratiklerinin incelenmesi, eğitimdeki yapısal eksikliklerin tespit edilmesi ve bireyin insanlaşma sürecine katkı sağlayacak politikaların geliştirilmesi adına önemli bir adım olacaktır. Ayrıca, Kropotkin’in getirdiği dayanışma anlayışı, metalaşmanın ve insandışılaşmanın önlenmesi adına hem bireysel hem de toplumsal düzeyde işbirliği ve kardeşliğin önemini bir kez daha gözler önüne sermektedir. Ezilenlerin mücadelesinde yalnızca bireysel üstünlük ve çatışmaya odaklanmak yerine, dayanışma ve kolektif bilincin güçlendirilmesi, insanlaşma sürecinin anahtarı olarak değerlendirilebilir. Sonuç olarak, bireylerin eğitimin baskıcı ve tahakküm edici yönlerinden kurtulup, özgürleşebileceği bir anlayışla hareket edilmesi, toplumun daha adil, eşit ve insanlaşmış bir geleceğe ulaşması için kaçınılmazdır. Dayanışma, birlik ve özgürleşme süreçlerinin eğitimin merkezine yerleştirilmesi, hem bireyin hem de toplumun gelişimine doğrudan katkı sağlayacaktır.
Kaynakça
Engels, F. (2024). Ludwig Feuerbach ve klasik Alman felsefesinin sonu (C. Eroğul, Çev.). Yordam Yayınları.
Freire, P. (2021). Ezilenlerin pedagojisi: Genişletilmiş 50. yıl özel basımı ek önsöz ve söyleşilerle (D. Hattatoğlu & E. Özbek, Çev.; 23. Baskı). Ayrıntı Yayınları.
Heidegger, M. (2021). Varlık ve zaman (K. Ökten, Çev.; 6. Baskı). Alfa Yayınları.
Kropotkin, P. (2001). Karşılıklı Yardımlaşma (I. Ergüden & D. Güneri, Trans.; 1st ed.). Kaos Yayınları.
Lenin, V. (2014). Devlet ve Devrim: Marksist devlet öğretisi ve proleteryanın devrimdeki görevi (T. Ok, Çev.). Evrensel Basım Yayın.
Merleau-Ponty, M. (2016). Algının fenomenolojisi (E. Sarıkartal & E. Hacımuratoğlu, Çev.). İthaki Yayınları.
Nietzsche, F. (2011). Böyle Buyurdu Zerdüşt. (T. Yüce, Trans.). İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları. (Orjinal eser yayın yılı: 1883-1885).
Sartre, J.-P. (2019). Bulantı (S. Hilal, Çev.; 42. Baskı). Can Yayınları.
Sartre, J.-P. (2021). Varlık ve hiçlik: Fenomenolojik ontoloji denemesi (T. Ilgaz & G. Çankaya Eksen, Çev.). İthaki Yayınları.
Sartre, J.-P. (2022). Varoluşçuluk (A. Bezirci, Çev.; 31. Baskı). Say Yayınları.
Suissa, J. (2010). Anarchism and education: A philosophical perspective. PM Press.