Bültenimize Kaydol

Ölüm, bir özgürlük eylemi mi yoksa sevdiklerimiz için acı verici bir yük müdür?

The Room Next Door
Ölüm, hepimiz için kaçınılmaz bir son. Varoluşun doğal bir parçası olarak kabul ettiğim bu gerçek, geride bırakacağım sevdiklerim için duyduğum derin bir kaygıyla birleşiyor. Hayatımız boyunca kendimize şu soruyu sorduğumuz anlar olmuştur: Eğer bugün ölseydim, ne yapardım? Bu düşünce, insanın yaşamı üzerindeki kontrolünü en çok hissettiği anlardan biri olabilir. Çünkü ölüm, kaygıların ve belirsizliklerin son bulduğu bir özgürlük vaadi sunar; anın içinde hiçbir korku taşımadan her şeyi yapabilme imkânı tanır.

Ölüm, bir özgürlük eylemi midir? Yoksa sevdiklerimiz üzerindeki etkileriyle acı veren bir yük müdür?
The Room Next Door, bu soruları sormakla kalmayıp, izleyiciyi hem duygusal hem de ahlaki bir yolculuğa çıkarıyor.

Venedik Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapan ve Altın Aslan ödülünü kazanan “The Room Next Door” u, bu yıl 23. kez düzenlenen Filmekimi kapsamında izleme fırsatı buldum.
Pedro Almodóvar’ın İngilizce ilk uzun metraj filmi The Room Next Door, ölüm ve arkadaşlık gibi temalar üzerine derin bir keşif sunuyor. Başrollerini Tilda Swinton ve Julianne Moore’un paylaştığı film, Martha ve Ingrid adlı iki eski dostun yeniden bir araya gelişini ve trajik bir süreç boyunca birbirlerine olan bağlılıklarını ele alıyor.
Film, kanserle mücadele eden Martha’nın, eski dostu Ingrid’in ziyaretiyle başlıyor. Ingrid, Martha’nın son günlerinde yanında olmak isterken, bu ziyaret sadece duygusal bir destekten ibaret kalmıyor…
Martha, tedavisi sonuç vermediğinde, yaşamaya devam etmek yerine kendi şartlarına göre ölmeyi tercih eder ve Ingrid’den bu süreçte yanında olmasını ister. Bu isteğin ağırlığı, filmin ahlaki ve duygusal çatışmalarının merkezinde yer alır.

Almodóvar’ın filmi sınırları zorlayarak yaşam ve ölümle ilgili en derin soruları gündeme getiriyor. İzleyiciye, Martha’nın isteğinin ahlaki açıdan anlaşılır olup olmadığını sorgulatır: Hiçbir faydası olmayan kemoterapi sürecinden geçen, umudunu yitirmiş birinin kendi ölümünü planlaması ne kadar kabul edilebilir? Dahası, arkadaşınızdan böyle bir istekte bulunabilir misiniz? Ve siz, o arkadaş olarak, böyle bir talebe nasıl karşılık verirdiniz?
Bu noktada, Martha’nın isteğini mantıklı bulduğumu belirtmek isterim.
Belirsizlik içinde yaşamaktansa, hayatının son anlarını kendi istediği gibi geçirmek ve kemoterapi gibi ağır bir süreci yaşamadan, en iyi halinde veda etmek istemesi anlaşılır bir durum. Peki, ben bunu bir arkadaşımdan isteyebilir miydim? Elbette, onun üzerindeki etkisini düşünürdüm; ancak, ölürken yanımda sevdiğim birinin olması düşüncesi, beni “Evet, ben de bunu isteyebilirim” noktasına getirdi. Bu belki bencillik, belki de değil; ama arkadaşlık bağının ne kadar güçlü olduğunu da göstermektedir. Zaten, ölen birine son isteğinin ne olduğunu sormaz mıyız? Ölümle yüzleşen birinin son isteğini kendi ahlaki değerlerimizle sorgulayarak gerçekleştirmez miyiz? Ingrid’in yaptığı gibi bunu yapardım.

Ingrid’in, her sabah Martha’nın kapısının kapalı olup olmadığını kontrol etmesiyle film, ölümün belirsizliğini, tedirginliğini ve çaresizlik duygularını hissettiriyor. Martha için ölüm kaçınılmaz bir gerçeklik, belki de bir kurtuluş, ancak Ingrid için her sabah bu belirsizlikle uyanmak, onun da kendi içinde bir ölüm sürecini yaşadığını gösteriyor.

Almodóvar, ölümün kaçınılmazlığını bizi Martha’nın perspektifinden yüzleştiriyor.
Ölümü pasif bir şekilde kabullenmek yerine, yaşamının son anlarını kendi iradesiyle şekillendiren bir karakter yaratıyor. Martha, ölümü doğal bir süreç olarak değil, bilinçli bir karar olarak görüyor.
Bu, onun için son bir özgürlük eylemi.
Öte yandan, Ingrid’in ölüm korkusu ve içsel çatışmaları, izleyiciye ölümün sadece o anın içinde olan kişiyi değil, sevdiklerini de derin bir şekilde etkilediğini hatırlatıyor. Ingrid, bu korkusunu yenmek için Martha’nın teklifini kabul ederken, ölümün yalnız bir eylem olmadığını ve arkasında kalanları da sarstığını gözler önüne seriyor.

İzleyiciyi rahatsız edici, zor ve bir o kadar da evrensel sorularla baş başa bırakıyor.
Peki sizler, sevdiğiniz birinin son günlerinde yanında olur musunuz? Ya da bu kişinin ölüm kararına saygı göstermek ve onu yalnız bırakmamak, ahlaki sorumluluk mudur? Film, bu soruların kesin yanıtlarını vermek yerine izleyiciyi düşünmeye, empati kurmaya ve yaşamın en zor anlarıyla yüzleşmeye davet ediyor.

Renk paleti, görsel estetiği ve hikâye anlatımıyla Pedro Almodóvar’ın eşsiz sinemasına yeniden tanık olduğumuz The Room Next Door’u izleme listenize eklemenizi tavsiye ediyoruz.
İyi seyirler!

Kaydol
Her zaman güncel kalmak için e-posta listesine katılın.