Bu ülkede hayatta kalmak, çoğu zaman bir karar değil, bir denk gelmenin sonucudur. Yaşam, planlarla değil; olasılıklarla, ertelemelerle, “ola ki bir şey olmaz” umuduyla sürer. Devletin kurmadığı sistemin boşluklarını halk, kendi sezgileriyle doldurur. Sallanırız ama yıkılmayız, şimdilik… Yine de hiçbir şey olmaması bile içimizi ferahlatmaz; çünkü boşluk, yalnızca beklenen felaketi değil, sürekli ötelenen sorumluluğu da fısıldar kulağımıza.
Deprem anında birden kavrarız: Kimsenin yaşamı garanti altında değildir. Yer kabuğunun kırılması doğanın işidir ancak kayıplar; ihmallerin, umursamazlığın ve adaletsizliğin izlerini taşır. Canlıların hayatlarının silinip gitmesi, sistematik bir vurdumduymazlığın sonucudur. Şansa yaşamak, bireysel bir tercih değil, yapısal bir terk edilmişliktir. Öyle bir terk edilmişlik ki, umutlar törpülenmiş, “şansımıza” diye başlayan cümleler günlük dilin parçası olmuştur. Hayatta kalma çabası, hazırlıktan çok unutkanlığa ve kayıtsızlığa dayanır. Bu unutkanlık, geçmişin yükünden ziyade geleceği inşa etme umudunun solmasından köklenir.
Winnicott’ın “tutulma” dediği deneyim, güven duygusunun temelidir. Bir bebek, güvenli bir kucakta dünyayı keşfeder, kendini bulur. Ama çevre onu sarmalamazsa, bebek yalnızca düşmez; düşeceği korkusuyla yaşamaya başlar. Toplumlar için de farklı değildir: Devlet; koruyucu bir zemin sunmadığında, insanlar sürekli bir düşme tedirginliğiyle, tutunacak bir dal arar, çoğu zaman da bulamaz. Deprem, sadece binaları değil; insanın kendine ve başkalarına duyduğu inancı da yerle bir eder. Her sarsıntı, güvenle örülmüş bağları zedeler. Dayanışma isteği güçlüdür ancak üstüne işlenmesi gerekenler, temelin daimi olarak eksikliğini her seferinde gözler önüne serer. Dolayısıyla bu bir yalnızlık deneyimi olmaktan çıkıp, toplumsal bir dokuya dönüşür.
Şansa yaşamak, sessizlik içinde gizlenmiş titrek bir kaygıdır. Her şey yolundaymış gibi görünse de, herkes her an yerinden olacakmış gibi hisseder. Bu kaygı, bireyin ruhunda ve kolektif hafızada derin izler bırakır. Her akut durum, sadece o anı değil, bastırılmış olanları da uyandırır. En ağır yük, yalnızlık duygusudur: Korunmadığını, görülmediğini, kıymet görmediğini bilmenin sızısı… İnsanın kendi varlığına dair inancını kemiren, görünmez ama derin bir yara…
Bir toplumun “kendiliği” ; ortak anılar, güven ve birlikte hayal kurma yetisiyle şekillenir. Ancak şansa yaşamaya mahkum edilen toplumlarda bu kendilik parçalanır. İnsanlar, sadece bireysel güvenliklerini değil, ortak bir dünya kurma gücünü de yitirir. Yaşamlar, birbirinden kopuk adacıklara bölünür; dayanışma, kriz anlarında parlayıp sönen tepkilerle sınırlı kalır. Gelecek, ortak bir vizyon olmaktan çıkar, bireysel kurtuluş planlarına sıkışır. Bu dağılma, sessizlikte kendini ele verir: Kimse yüksek sesle söylemez ama herkes içten içe hisseder: Burada yalnızız. Bu yalnızlık, kader değil, bir ihmaller zincirinin ürünüdür.
Toprak sarsıldı, çöktü, yarıldı. Oysa bizim güvenimiz ve geleceğe olan inancımız çok daha önce sarsılmıştı. Deprem doğanın bir parçasıdır; ancak biz, ihmalkarlığın, yalnızlığın ve sahipsizliğin altında kaldık.