Bültenimize Kaydol

Seri II: Deprem Sonrası Kaygıyı Anlamak

Önceki yazımızda “Deprem doğal, yalnızlık değil.” demiş ve yaşadığımız acının sadece yerin sarsılmasından değil, aynı zamanda sahipsiz bırakılmaktan, güvensizlikten kaynaklandığını konuşmuştuk. Bu sefer biraz daha içeriden, biraz daha kendi bedenimize ve zihnimize dönerek devam edelim.

Depremler yalnızca yapıları değil, insan bedenini ve zihnini de etkiler. Travma sonrası kaygı dediğimiz şey, beynin doğal alarm sisteminin aşırı hassas hâle gelmesiyle ilişkilidir. Bu yüzden hissettiklerimiz ne eksikliktir ne de abartıdır; bunlar, biyolojik bir yanıtın doğal sonuçlarıdır.

Depremden sonra çoğumuzun zihninde benzer sesler oluşuyor:

“Acaba yine mi sallandık?”,

“Bir şey mi oldu?”,

“Az önce hissettiğim deprem miydi, yoksa zihnim bana oyun mu oynuyor?”

Bu soruların hepsi insana, insan zihnine dairdir.

Çünkü beyin, büyük bir tehlikeden sağ kurtulduğunda, çevresine artık eskisinden farklı bakar. Sanki evin her köşesinde gizli bir çatlak varmış gibi; sanki yer, her an yeniden ayaklarımızın altından çekilecekmiş gibi. En ufak bir titreşimi, bir sarsıntıyı hemen felaket gibi algılamaya programlanır. Bu, beynimizin bizi hayatta tutmak için geliştirdiği bir savunma mekanizmasıdır.

Bu, beynin en eski bölümlerinden biri olan limbik sistemin etkisidir. Özellikle amigdala, yaşanan travmayı kayıt altına alır  ve alarmı sürekli açık bırakır. Henüz bir şey olmamış olsa bile, “ya olursa?” korkusuyla hep bir adım önde davranır.

Ama sadece duygularla kalırsak, bu alarm hiç susmaz. İşte burada beynin başka bir bölgesi devreye girmeli: Frontal lob. Bu bölge, düşünmemizi, mantık yürütmemizi, duygularımıza biraz mesafe koyup durumu değerlendirebilmemizi sağlayan yerdir. Ve bu doğuştan gelen bir özellik değil; zamanla geliştirilebilen bir beceridir. Yani bir şey hissettiğimizde “eyvah” demeden önce, durup kendimize: “Şu an gerçekten bir şey mi oluyor, yoksa sadece bir duygulanımın çığlığı mı bu?” diye sorabilmemizdir.

Bu yaklaşım duygularımızı bastırmak değil, onlara uzaktan bakarak, sağlıklı bir ilişki kurmaktır. İçinden geçip gitmek yerine, duyguların üzerinden bir adım geri çekilerek bakmak, onları yönetebilmenin ilk adımıdır.

Anımsanmalı ki, bu kaygının tamamı bizim içimizden doğmuyor. Bir kısmı da yaşadığımız dış gerçekliğin yansımasıdır.

Devletin yeterli önlem almaması, yapıların güvensizliği, belirsizlik içinde yaşamak gibi durumlar da kaygımızı sürekli diri tutuyor. Yani hissettiklerimiz “kişisel bir aşırı hassasiyet” değil; aynı zamanda ihmal edilmiş bir toplumun ortak yükü. Toprağın altındaki fay hatları kadar, toplumun üstündeki güven fayları da kırılmış durumda.

Bu sebeple de en başta kendimize şunu hatırlatmalıyız: Her titremede, her korku anında, dünya gerçekten sarsılmıyor olabilir. Sarsılan, henüz tam iyileşememiş iç dünyamız.

Zihnimizi sakinleştirmenin yolu, duygularımızı yok saymak değil;onları tanımak, anlamak ve kendi mantığımızla yeniden düzenlemektir.

Kaydol
Her zaman güncel kalmak için e-posta listesine katılın.