Giriş
Osmanlı İmparatorluğu ile Çarlık Rusyası arasındaki uzun tarihsel ilişkiler, büyük ölçüde feodal-imparatorluk sistemlerinin çıkar çatışmaları tarafından belirlenmiştir. Karadeniz’in ticaret yolları, Balkanlar’ın stratejik geçitleri ve Kafkasya’nın zengin kaynakları, iki imparatorluğu defalarca savaş meydanına sürüklemiştir. Ancak 20. yüzyılın başında kapitalist dünya sisteminin girdiği kriz, her iki imparatorluğu da yapısal olarak çözülemez çelişkilerle karşı karşıya bırakmıştır.
1917’de Rusya’da Vladimir Lenin önderliğinde gerçekleşen Bolşevik Devrimi, feodal aristokrasinin ve kapitalist sınıfın egemenliğini tasfiye ederek, işçi sınıfı ve köylü ittifakının öncülüğünde sosyalist bir iktidarı kurmuştur. Bu, üretim araçlarının mülkiyet ilişkilerinde köklü bir değişim anlamına geliyordu: özel mülkiyetin kaldırılması, merkezi planlamaya dayalı yeni bir ekonomik düzenin temeli atıldı.
Osmanlı İmparatorluğu’nda ise, benzer biçimde, I. Dünya Savaşı sonrasında emperyalist paylaşımın yarattığı ekonomik ve siyasi bağımlılık, feodal unsurlarla burjuvazinin ittifakına dayalı eski rejimin çöküşünü hızlandırmıştır. Mustafa Kemal liderliğinde gelişen Milli Mücadele, yalnızca ulusal bağımsızlık için değil, aynı zamanda yeni bir sınıfsal denge kurmak için de yürütülmüştür. Bu süreçte burjuvazi, küçük burjuvazi ve köylülük, emperyalist işgale karşı geçici bir ittifak içinde hareket etmiştir.
Komşu Ülkelerin Benzer Kaderleri: İmparatorlukların Çöküşü ve Cumhuriyetlerin Doğuşu
İncelenen iki devlet, etnik açıdan farklı toplulukları barındıran ve geniş coğrafyalara yayılan çok uluslu imparatorlukların yıkılması sonucunda kurulmuşlardır. Her iki devlet de cumhuriyet rejimine geçiş yapmıştır. Ancak bu cumhuriyetlerin karakterleri farklılık göstermektedir: Sovyetler Birliği, Bolşeviklerin önderliğinde komünizmin temel alındığı bir rejim kurarken, Türkiye Cumhuriyeti ise ulus devlet anlayışı doğrultusunda milli bir cumhuriyet olmuştur.
Rusya’da Bolşevik İhtilali, I. Dünya Savaşı’nın yıkıcı etkileri altında Çarlık rejimine karşı bir başkaldırı olarak ortaya çıkmıştır. 16. yüzyıla gelindiğinde Rus Çarları, Moğol Hanları ve Bizans İmparatorluğu’yla eşit statüde bir imparatorluk ilan etmişlerdir. Bu dönemdeki “Çarlık” kavramı, doğrudan devleti ifade etmekte olup, Bolşeviklerin mücadele ettiği son Çarlık rejiminden farklı tarihsel bir yapıyı temsil etmektedir. Bolşeviklerin savaştığı Çar, 1721’de Nystad Antlaşması’yla sona eren Çarlık Rusyası’nın yerini almış tarihi bir imparatorluktur. Bu imparatorluk çok uluslu yapısıyla ve özellikle Ruslaştırma politikasıyla geniş topraklara yayılmıştır. Ancak bu politika, özellikle Kafkasya ve Finlandiya gibi bölgelerde etkin olamamıştır. Dil, eğitim ve kültür alanındaki zorlamalar, dini farklılıklar nedeniyle karşılık bulmamıştır. Ruslaştırma politikalarının bir unsuru olarak Ortodokslaştırma da teşvik edilmekteydi; ancak bu uygulama, farklı dini inançlara sahip azınlıklar tarafından kolaylıkla kabul görmemiştir. İmparatorluğun son dönemlerinde ise yorgun ve fakir bir halkın, batıdan doğuya pek çok cephede savaşmak zorunda kaldığı gözlenmiştir, Polonya’dan Japonya’ya uzanan geniş bir coğrafyada Çar’ın emriyle savaşlar yürütülmüştür.
Özellikle 1904’te Japonya ile Mançurya bölgesi için yaşanan savaşta hem karada hem denizde alınan yenilgi, halkın St. Petersburg’daki Kışlık Saray’a yürüyüşü esnasında üzerilerine ateş açılmasıyla sonuçlanmış ve Kanlı Pazar olaylarıyla ülke genelinde iç savaşa yol açmıştır. Bu süreçte Rusya, güç kaybı nedeniyle Doğu Avrupa’daki otorite boşluğunu değerlendirmek istemiş, ancak ekonomik çöküntüye uğrayarak 1917’de iflasını ilan etmiştir. Sonuç olarak, Bolşeviklerin zaferiyle Rusya İmparatoru II. Nikolay tahttan indirilmiş, Rusya İmparatoruluğu tarih sahnesinden çekilmiş ve yerine Lenin liderliğinde Sovyetler Birliği kurulmuştur.
Benzer biçimde, Osmanlı İmparatorluğu da Fatih Sultan Mehmet’in Konstantinapolis’i fethetmesinden sonra büyük bir imparatorluk haline gelmiş ve Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarında geniş sınırlar kazanmıştır. Osmanlı İmparatorluğu da Rusya İmparatorluğu gibi çok uluslu bir yapıya sahiptir. Ancak Rusya İmparatorluğu’nun aksine, Osmanlı’da Türkleştirme politikası uygulanmaması, azınlıkların kendi kimliklerini korumasına olanak sağlamış ve bu durum, imparatorluğun zayıflamasıyla birlikte azınlıkların isyanlarına ve bağımsızlık hareketlerine zemin hazırlamıştır. Bu gelişmelere karşı birçok reform ve önlem alınmışsa da imparatorluğun parçalanması engellenememiştir.
I. Dünya Savaşı öncesinde, özellikle Fransız İhtilali’nin getirdiği milliyetçilik akımının etkisiyle, Balkanlar, Arap Yarımadası ve Afrika’daki azınlık milliyetleri bağımsızlık taleplerini yükseltmişlerdir. 1821’de Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanması ve 1882’de Sırbistan’ın kurulması, bu hareketlerin ilk örnekleri olmuştur. İmparatorluğun gücünün zayıfladığını ve bu isyanlarla bağımsızlık kazanabileceklerini gören neredeyse tüm azınlıklar isyanlara ve bağımsızlık mücadelelerine başlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun gücünün zayıflaması ve dış borçların artması, toprak kayıpları ve ekonomik gerileme, 1875 yılında imparatorluğun iflasını ilan etmesine yol açmıştır. Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı’nın yıpratıcı etkisiyle halk fakirleşmiş ve yorgun düşmüştür. I. Dünya Savaşı sonunda imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması ile Osmanlı toprakları işgale açık hale gelmiş, İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan ve Ermeni gibi çeşitli güçler tarafından işgaller gerçekleştirilmiştir. Bu gelişmeler, Kurtuluş Savaşı’nın başlamasına ve Misak-ı Milli sınırlarının çizilmesine zemin hazırlamıştır. Osmanlı’nın son padişahı Vahdettin’in yerine, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin başına Mustafa Kemal Atatürk geçmiştir.
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin Kuruluşu
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB), 30 Aralık 1922’de Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti, Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, Beyaz Rusya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti ve Transkafkasya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti’nin bir araya gelmesiyle resmen ilan edildi. SSCB’nin resmen kuruluşu 1922’de ilan edilse de, temeli 1917 Ekim Devrimi ile atıldı. Bu devrim, Rusya’nın üretim ilişkilerini kökten dönüştürdü: toprak aristokrasisinin mülkiyetine el konuldu, sanayi kamulaştırıldı, dış ticaret devlet tekeline geçti. Önderliğini Vladimir İlyiç Lenin’in yaptığı Bolşevik Devrimi, Marksist ideoloji temelinde, işçi sınıfının haklarını başta Çarlık Rusyası ve Petrograd Hükûmeti olmak üzere emperyalist güçlere karşı savunma amacıyla başlatılmıştır. Lenin liderliğinde Rusya İşçi ve Asker Sovyetleri, özellikle devrimin ilk dönemlerinde barışçıl bir politika izlemiştir. Yıllardır süregelen savaşların yorgunluğunu taşıyan halkın, hem maddi hem de manevi olarak yeni bir savaşa girişecek gücü kalmadığından barış talep etmesi doğal bir sonuçtur. Nitekim Sovyet komünizminin sloganı “ekmek, barış, özgürlük” olmuştur.
Rusya’da Marksizmin temelleri, 19. yüzyılın ikinci yarısında, özellikle 1870’lerde Plekhanov’un öncülüğünde, Rus batılılaşma sürecinin bir yan ürünü olarak atılmıştır. Yaklaşık yarım yüzyıllık kolektif çaba ve mücadele sonucunda sosyalist bir rejime geçişi başaran Rus halkı, devrimin ardından ekonomik bakımdan yıpranmış bir devletin mirasçısı olmuşlardır.
Bu yeni ekonomik temel, dış politikayı da belirledi. Sovyetler, kapitalist dünya ile doğrudan çatışmaktan kaçınırken, sömürge halklarla anti-emperyalist dayanışma kurmayı öncelik haline getirdi. Bu yaklaşım, yalnızca “ideolojik sempati” değil, aynı zamanda sosyalist devletin güvenliği için stratejik bir zorunluluktu: kapitalist çevre tarafından kuşatılan SSCB, çevresinde dost ve bağımsız ülkeler görmek istiyordu. Bolşevikler, iktidara geldikten sonra hem içeride Beyaz Ordu’ya karşı iç savaş, hem de dışarıda Batılı güçlerin müdahaleleri ile mücadele etti. 1918–1921 yılları arasında süren bu çalkantılı dönemde, Lenin liderliğindeki Sovyet yönetimi, bir yandan sosyalist ekonomiyi kurmaya çalışıyor, diğer yandan da yeni devletin diplomatik tanınmasını sağlamak için ulusal kurtuluş hareketleriyle ilişkiler kuruyordu. Anadolu’da yükselen ulusal kurtuluş mücadelesi, bu bağlamda, Sovyetler için yarı-sömürge statüsünden kurtulmaya çalışan bir halk hareketi olarak değerlendirildi.
Sovyet dış politikasının bu dönemdeki temel ilkeleri şunlardı: Batılı sömürgeci devletlere karşı mücadele eden halklara destek vererek emperyalizme karşı dayanışma kurmak, iç savaşın yorgunluğu nedeniyle doğrudan çatışmadan kaçınma ve barışçıl birlikte yaşamak.
Ekonomik bakımdan güçsüz ve geri kalmış bir toplumu devrimci reformlarla yeniden inşa ederek kalkındırmayı hedefleyen Lenin, enerjinin ülkenin gelişiminde stratejik bir öneme sahip olduğunu vurgulamış, tarımda ve sanayide modernleşmenin zorunluluğunu savunmuş ve bu doğrultuda çalışmalara girişmiştir. Bu dönemde “büyük mülk sahipliği yasaklandı. Kilise ile devletin ayrılması, medeni nikâh, kadınlar ile erkekler arasında hak eşitliği, işletmeler üzerinde işçi denetimi, bankaların ulusallaştırılması, ulusal topluluk hakları vb. pek çok hak ve özgürlük getirildi.”
Bu haklar, kolaylıkla ve bedelsiz biçimde kazanılmış değildi. I. Dünya Savaşı’ndan çekilen Sovyet hükümeti, kısa sürede Almanya’nın saldırgan politikalarının hedefi haline geldi. Öyle ki, bu gelişmeler Sovyet Komiseri Troçki’nin görevden alınmasına ve başkentin Petrograd’dan Moskova’ya taşınmasına kadar vardı. Sovyet yönetimi, Lenin’in de yakın bağları bulunan ve desteğini arkasına aldığı Rosa Luxemburg’un öncülüğünde Almanya’da gerçekleşmesini umduğu bir devrimi sabırsızlıkla bekliyordu. Ancak Alman komünist hareketinin devrim girişimi başarısızlıkla sonuçlandı. Bu süreçte Sovyetler’in Almanya’ya verdiği tavizlerin karşılık bulmaması, ancak I. Dünya Savaşı’nın sonunda Almanya’nın mağlubiyetiyle anlam kazandı. Sonuçta, Sovyetler Birliği Brest-Litovsk Antlaşması’nı imzalayarak I. Dünya Savaşı’na resmen son vermiş oldu.
Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluşu
Türkiye Cumhuriyeti, I. Dünya Savaşı’ndan yenik ayrılan Osmanlı İmparatorluğu’nun bünyesinde yetişmiş askerî ve siyasi tecrübelere sahip bir grup vatanseverin önderliğinde, Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanmasının ardından 29 Ekim 1923’te resmen ilan edilmiştir. Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülüğünde atılan cumhuriyet adımları, onun I. Dünya Savaşı sürecinde sergilediği üstün askerî başarılar sayesinde tanınır bir lider konumuna gelmesiyle başlamıştır.
Mustafa Kemal, savaş sonrasında galip taraf olan başta İngiltere olmak üzere İtilaf Devletleri’nin ağır yaptırımlarının farkındaydı. İstanbul Hükûmeti’nin bu durum karşısında sessiz kalmasını kabul edilemez buluyor; işgalci güçlerin durdurulması ve yurdun kurtarılmasının tek yolunun halkın birlik olması gerektiğini biliyor ve bu doğrultuda önlemler alıyordu. Ankara Hükûmeti, Kurtuluş Savaşı’nı zaferle sonuçlandırarak İstanbul Hükûmeti’ni tanımamış, Cumhuriyeti ilan etmiş ve başkenti Ankara yapmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuşu, yalnızca bir “milletin bağımsızlık mücadelesi” değil, aynı zamanda yeni bir sınıfsal düzenin inşası süreciydi. Kurtuluş Savaşı’nın liderliği, ağırlıklı olarak küçük burjuva kökenli asker–bürokrat kadrolardan ve ticaret burjuvazisinden oluşuyordu. Ancak bu kadrolar, geniş köylü yığınlarını ve kısmen işçi sınıfını mobilize ederek, emperyalist işgale karşı birleşik bir cephe kurabilmişti.
Ancak Osmanlı’nın çözülme sürecinde ardı ardına yaşanan savaşlar —Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı— ve ülkenin derin yoksulluğu, halkın artık yeni bir savaşa girebilecek durumda olmadığını gösteriyordu. Bu nedenle, tıpkı Sovyetler Birliği’nin ilk yıllarında izlediği barışçı yaklaşım gibi, Türkiye’nin de saldırgan bir dış politika izlemesi mümkün değildi. Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” sözü, barışa verdiği önemin açık bir ifadesidir.
Ekonomik bakımdan güçsüz ve yıpranmış bir toplumu devrimci reformlarla yeniden inşa etmeyi hedefleyen Atatürk, devlet desteğiyle güçlü bir girişimci sınıf yaratmak istiyordu. Bu doğrultuda Türkiye İş Bankası kurulmuş, Türk Medeni Kanunu ile özel mülkiyet güvence altına alınmıştır. Ancak reformlar yalnızca ekonomi alanıyla sınırlı kalmamış; giyim-kuşam, yönetim, idare, soyadı kanunu, kadın hakları ile seçme ve seçilme hakkı gibi pek çok alanda kapsamlı yenilikler yapılmıştır. Bu mücadele, devrim sonrası dönemde hızla burjuva karakterini netleştirmiştir. Özel mülkiyet korunmuş, toprak reformu sınırlı kalmış, sanayileşme devlet eliyle ama kapitalist ilişkiler içinde yürütülmüştür. Yani Türkiye’deki dönüşüm, burjuva demokratik devrim niteliğinde olup, sosyalist aşamaya geçmemiştir. Ancak bu durum, Sovyetler ile ilişkileri engellemedi; zira her iki taraf da ortak düşman olan emperyalizme karşı taktiksel işbirliği yapma gereğini biliyordu.
Bu kazanımlar kolay elde edilmemiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılında yaşanan toprak kayıpları, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti sınırlarının yaklaşık 7,5 katına ulaşmıştır. Bu süreçte milyonlarca insan katledilmiş, halk yoksullaşmış ve devlet hazinesi tükenmiştir. Öyle ki Osmanlı Hanedanlığı, dış devletlerden düzenli olarak borç almak zorunda kalmış, bir süre sonra ise borçların faizini bile ödeyemez hale gelmiştir. 1875 yılında Osmanlı İmparatorluğu resmen iflasını ilan etmiştir. Bu durum yalnızca ekonomik bir çöküş değil; aynı zamanda toplumun bir kesiminde, devletin ancak Batılı güçlerin himayesi veya mandası altında varlığını sürdürebileceği düşüncesinin yaygınlaşmasına da yol açmıştır.
Türkiye-SSCB İlişkilerinin Başlangıcı
Ankara Hükümeti ile Moskova arasındaki ilk resmi temaslar 1920 yılında başladı. İki taraf da birbirini uluslararası izolasyondan çıkarabilecek potansiyel bir ortak olarak görüyordu. Ekim Devrimi’nin ardından Sovyetler Birliği, emperyalist devletlerle mücadele eden hemen her ülkeye ve örgüte destek sağlamıştır. Kendi iç savaşı devam ederken Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı’na para, silah ve mühimmat yardımı gönderen Sovyetler Birliği, açıkça Ankara Hükûmeti’nin yanında yer almıştır. Yeni kurulan Ankara Hükûmeti, Sovyet desteğini arkasına alarak uluslararası arenada moral kazanmış ve İtilaf Devletleri’ne yalnız olmadığı mesajını vermiştir. Bu süreçte, Lozan görüşmelerinde boğazlar meselesi başta olmak üzere pek çok konuda Sovyetler Birliği, Türkiye’nin yanında olduğunu göstermiştir. Bu durum, Sovyetler açısından komşu ülkelerde komünizme sempati duyan ya da komünist etkileri hisseden yönetimler yaratmak bakımından stratejik bir öneme sahipti.
Sovyet Dışişleri Bakanı Georgiy Çiçerin, Ankara Hükûmeti’ne yaptığı yardımlarda, Türkmen asker göndermeyi dahi teklif etmiş, ancak Kazım Karabekir bu teklifi geri çevirmiştir. Ermenistan, İran, Türkiye ve Sovyetler Birliği arasındaki sınırların belirlenmesi ve dostane ilişkilerin kurulması, her iki ülke açısından da elzem görülmekteydi. Çiçerin, 2 Haziran 1920’de Ankara Hükûmeti’ne gönderdiği mektupta şu ifadeleri kullanmıştır: “Sovyet Hükûmeti Türk halkının kendi bağımsızlık ve egemenliği uğruna verdiği kahramanca mücadeleyi canlı bir ilgiyle izlemektedir. Türkiye için zor olan bugünlerde Türk ve Rus halklarını birleştirecek dostluğun sağlam temelini atmaktan mutlu olduğumuzu belirtiriz.” Bu yazışma, Türkiye-Sovyet ilişkilerinin başlangıcı olarak kayıtlara geçmiştir.
Mondros Ateşkesi’nin ardından Osmanlı ordusunun silahlarının büyük kısmına el konulmuştu. Demiryolları işgal altındaydı ve üretim yapmak istendiğinde, metalürji tesisleri bulunmadığından ancak hurda malzeme kullanılabiliyordu. Bu koşullar altında Anadolu’daki örgütlenmeler, maddi yetersizliklerini “millî ruhu bozmayacak şekilde” dış yardımlarla giderebilecekleri kanaatine vardılar. Bu bağlamda SSCB ve Hindistan’dan gelecek yardımlar kabul edildi. 1920 sonlarında başlayan askeri ve mali yardımlar, Kurtuluş Savaşı’nda önemli bir rol oynadı. Sovyetler Birliği, Türkiye’ye: 39.000 tüfek, 327 makineli tüfek, 54 top, 63 milyon adet mermi, 200.6 kilogram altın göndererek askeri kapasiteyi güçlendirdi.
Amasya Genelgesi öncesinde yapılan tartışmalarda, Bolşeviklerden alınacak yardımların ileride onların sistemini benimsemeye kadar varabileceği endişesi dile getiriliyordu. Nitekim Sovyetler de bu dönemde yardımlarını ancak Bolşevizm şartıyla göndermeye istekliydiler. Bu nedenle ilk yıl herhangi bir yardım gönderilmedi. Ancak “Karakol Cemiyeti başkanı Kara Vasıf (Karakol)’ın Kafkasya yetkili temsilcisi olarak gönderdiği Baha Said’in Rusya Komünist Partisi Bölgesel Komitesi temsilcisi Albay İlyaçef ile Uşak Kongresi Heyeti adına 11 Ocak 1920 tarihinde imzaladığı antlaşma Bolşevik isteklerine uygundu.” Anlaşmaya göre, İslam ülkelerinin emperyalist devletlerden kurtulduktan sonra Sovyet tarzı bir yönetime geçmeleri taahhüt ediliyordu. Kurtuluş Savaşı döneminde, İstanbul Hükûmeti’nden gizlice örgütlenen Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri’nin maddi yetersizlikleri, dış yardımlar konusunda daha olumlu bir yaklaşım benimsemelerine yol açtı. Ancak bu yardımların Avrupa’dan gelmesi mümkün değildi. Ortak düşmana karşı birlikte hareket etme düşüncesi ve Sovyetler Birliği’nin zaten yardım teklifinde bulunmuş olması, bu yardımların kabul edilmesini sağladı. Mustafa Kemal, Sovyetler’e gönderdiği yardım talebinde şu ifadeleri kullandı: “Evvela millî topraklarımızı taht-ı işgâlde bulunduran emperyalist kuvvetleri tard ve atiyen emperyalizm aleyhine vuku bulacak mücadelatı müşterekemiz için kuvayı dâhiliyemizi taazuv ettirmek üzere şimdilik ilk taksit olarak beş milyon altının ve takarrür ettirilecek miktarda cephane vesair vesaiti fenniye-i harbiye ve malzeme-i sıhhıyenin ve yalnız şarkta icrayı harekât edecek kuvvetler için erzakın Rus Sovyet Cumhuriyeti’nce temini rica olunur. Ihtıramatı faike ve hissiyatı samimanemizin kabulünü rica eyleriz.” Buna karşılık Sovyet lideri Lenin, Mustafa Kemal’i şu sözlerle değerlendirmiştir: “Mustafa Kemal sosyalist değildir. Fakat, görülüyor ki iyi bir örgütçü, yüksek anlayışlı bir önder. Ulusal burjuva ihtilalini yönetiyor. İlerici, akıllı bir devlet adamı. Bizim sosyalist devrimimizin önemini anlamış olup, Sovyet Rusya’ya olumlu davranıyor. O, istilacılara karşı bir kurtuluş savaşı yapıyor. Emperyalistlerin gururunu kıracağına, padişahı da yardakçılarıyla birlikte silip süpüreceğine inanıyorum. Ona, yani Türk halkına yardım etmemiz gerekiyor.”
Gümrü Barış Antlaşması (3 Aralık 1920)
Sovyet Dışişleri Komiseri Georgiy Çiçerin, barış görüşmeleri sürecinde Türklere ait bazı bölgelerin Ermenistan’a bırakılması yönünde talepte bulunmuş, ancak bu öneri hem Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) hem de özellikle Mustafa Kemal tarafından samimi bulunmamıştır. Ardından Türk ordusu, Doğu Cephesi’nde ilerleyerek Gümrü’ye kadar ulaşmış ve 22 Kasım 1920 tarihinde burada barış görüşmelerinin başlatılmasına karar verilmiştir.
Görüşmeler sonucunda imzalanan Gümrü Antlaşması ile Kazım Karabekir Paşa komutasındaki Türk ordusunun bölgedeki harekâtı sona ermiş, Kars resmen Türkiye topraklarına katılmıştır. Antlaşmanın 10. maddesi uyarınca Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti, Sevr Antlaşması’nda Doğu Anadolu’nun bir kısmının Ermenilere verilmesini öngören hükümleri tanımadığını beyan etmiştir. Ayrıca antlaşmada, Türkiye sınırları içerisinde Ermeni çoğunluğun bulunmadığı kabul edilmiştir.
Antlaşma ile Erzurum-Bakü demiryolu hattı açılmış, böylece Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında doğrudan ulaşım sağlanmış ve yardımlar bu hat üzerinden ulaştırılmıştır. Sovyetler Birliği’nin Doğu Cephesi’nde izlediği barışçıl ve dostane politika, Türk ordusunun güney ve batı cephelerine yönelmesine imkan tanımıştır. Bu gelişme ile Doğu Cephesi’ndeki çatışmalar büyük ölçüde azalmış, neredeyse tamamen sona ermiştir. Ermenilerden ele geçirilen silahlar ve bu cephede görev yapan askerlerin önemli bir kısmı diğer cephelere sevk edilerek buralardaki kuvvetler takviye edilmiştir.
Ancak “Antlaşmanın imzalanmasından bir gün sonra Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti, Bolşevik Kızıl Ordu’nun denetimine girince burada bir Sovyet Hükûmeti kurulduğu için Gümrü Antlaşması onaylanamadı. Bunun yerine Moskova Antlaşması ve Kars Antlaşması imzalanarak yürürlüğe girdi.”
Gümrü Antlaşması, TBMM’nin uluslararası alanda imza attığı ilk antlaşma olma özelliğini taşır. Bu bağlamda, TBMM’nin diplomatik alanda elde ettiği ilk siyasal başarı olarak değerlendirilebilir. Ayrıca, masaya oturulan ve büyük ölçüde Türkiye lehine sonuçlanan bu antlaşma, Misak-ı Milli’nin dolaylı olarak tanındığını göstermektedir. Dolayısıyla, Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti, TBMM’yi fiilen tanıyan ilk devlet konumundadır.
Moskova Antlaşması Öncesi Görüşmeler
Bolşevikler, 1917 Ekim Devrimi’nden sonra Lenin’in “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” ilkesini yüksek sesle savunuyordu. Bu ilke, teoride her halkın bağımsız olma ya da kendi siyasi statüsünü belirleme hakkını içeriyordu. 1920’lerde bu politika, hem Rusya içindeki çok uluslu yapıyı bir arada tutmak hem de dış dünyada (özellikle sömürge halklar arasında) Sovyetler Birliği’ne yönelik olumlu bir algı oluşturmak amacıyla uygulandı. Kürtler, hem Osmanlı sonrası Ortadoğu’da hem de Sovyet Ermenistan-Gürcistan-Azerbaycan hattında yaşayan bir halk olarak bu ilkenin doğrudan konusu haline geliyordu.
TBMM heyeti (Bekir Sami Bey başkanlığında) 1921 Moskova görüşmeleri öncesinde Sovyetlerle bir dizi diplomatik temas yürüttü. Sovyetler, Türkiye ile sınır düzenlemeleri ve Kafkasya’daki nüfuz alanları konusunda anlaşmak istiyordu. Ancak ideolojik olarak da “ezilen halkların haklarını” masaya getirmekten vazgeçmediler. Kürt meselesi, burada gündeme geldi: Sovyet tarafı, anlaşmaya Kürtlerin kültürel haklarının korunmasına dair bir madde eklenmesini önerdi. Bu, özellikle dil, eğitim ve kültürel özerklik gibi unsurları kapsıyordu. TBMM, Misak-ı Milli sınırları içinde yaşayan Kürtleri “ayrı bir ulus” değil, “Türk ulusunun eşit unsuru” olarak tanımlamayı tercih ediyordu. Ankara hükümeti, Kurtuluş Savaşı sırasında Kürtleri bir “kardeş millet” söylemiyle yanına çekmeye çalışsa da, yazılı bir uluslararası taahhüt vermek, ileride ayrılıkçı bir hareketin hukuki dayanağı olarak görülebilirdi. Bu nedenle Sovyetlerin önerdiği maddeye sıcak bakılmadı.
TBMM’nin kesin tavrı karşısında Sovyetler bu maddeyi anlaşma metnine koymadı. Ancak bu ilgi tamamen ortadan kalkmadı. 1920’lerin ortasında Sovyetler, Nahçıvan–Ermenistan sınırında Kızıl Kürdistan (resmi adıyla Kürdistan Uyezdi) adlı özerk bir bölge kurdu.
Moskova Antlaşması (16 Mart 1921)
Rusya SFSC ile Ankara Hükûmeti arasında 16 Mart 1921 tarihinde imzalanan Moskova Antlaşması, günümüz Gürcistan, Azerbaycan ve Ermenistan sınırlarının şekillenmesinde temel bir rol oynamıştır. Bu görüşmelerden önce Ankara ve Moskova, düzenli mektuplaşmalar yoluyla birbirlerinin siyasi tutum ve beklentilerini daha yakından tanıma fırsatı bulmuşlardır. Mustafa Kemal’in 16 Ekim 1921 tarihinde Bekir Sami Bey’e gönderdiği bir mektupta Ermeni meselesine özel olarak değinmesi dikkat çekicidir. Mustafa Kemal, dostane ilişkiler kurma iradesine rağmen Sovyetlerin Ermeni bölgesinden toprak talebini samimi bulmamış ve bu konunun geri adım atılmadan, tartışmaya kapalı şekilde korunması gerektiğini vurgulamıştır.
Bu gelişmenin ardından Sovyetler, Ermenistan meselesinde, Ermenistan’ın talebi doğrultusunda arabulucu rolünü üstlenmiştir. Her ne kadar Türk-Ermeni sınır sorunları büyük ölçüde çözüme kavuşmuş olsa da Sovyetlerin bu süreçteki arabuluculuğu, ikili ilişkilerin güçlenmesine katkıda bulunmuştur. Sovyet Dışişleri Komiseri Georgi Çiçerin, 9 Aralık 1920 tarihinde Türkiye’den bir heyet gönderilmesi ile Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan bölgesindeki toprak sorununun çözüleceğini bildirmiştir.
18 Aralık 1920’de Meclis Başkanı sıfatıyla Lenin’e bir telgraf gönderen Mustafa Kemal, Sovyet Rusya’nın Dağıstan’ın bağımsızlığını tanımasından duyduğu memnuniyeti dile getirmiş; bu gelişmenin Bolşevik dünya ile Müslüman dünya arasında olumlu ilişkiler tesis edeceğini belirterek Lenin’i tebrik etmiştir. Ardından, 19 Aralık 1920’de Sovyetler, ilişkilerin olumlu yönde ilerleyeceğine dair ifadelerle başlayan bir yazışmada, Sovyetleşen Ermenistan’ın artık Türk ve Müslümanlara karşı düşmanca tavırlar sergilemeyeceğini vurgulamış ve Ermeni ile Gürcü sınır sorunlarının çözümü için ellerinden geleni yapacaklarının taahhüdünü vermiştir.
Özellikle I. İnönü Zaferi’nin ardından birçok devlet, Ankara Hükûmeti’nin Kurtuluş Savaşı’nı kazanacağı yönünde kanaat oluşturmaya başlamıştır. Bu süreçte, Eylül 1920’de Kazım Karabekir’in Kars, Ardahan, Batum, Artvin ve Iğdır bölgelerini alması da Doğu cephesinin kazanan tarafı olarak masaya oturulmasına sebep olmuştur. Ankara Antlaşması sonucunda Batum’un Sovyetler Birliği’ne bırakılması karşılığında Türkiye belirli miktarda silah ve altın elde etmiştir.
Temmuz 1920’de Kızıl Ordu ile Türk Ordusu’nun ortak harekâtı sonucunda Nahçıvan, Ermenistan’dan alınmıştır. Ermeniler Eylül 1920’de Oltu’ya kadar ilerlemişse de burada durdurulmuş, ardından Kars ve Gümrü’ye kadar geri itilmişlerdir. Kızıl Ordu’nun desteğiyle Ermenistan Bolşevikleri ayaklanmış ve Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti’nin yerine Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kurulmuştur. Her ne kadar Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti TBMM ile Gümrü Antlaşması’nı imzalamış olsa da iktidara gelen Ermenistan Bolşevikleri bu antlaşmayı geçersiz sayarak yeni bir antlaşma yapılmasını talep etmiştir. TBMM bu talebi reddetmişse de, SSCB’nin araya girmesiyle yeni bir anlaşma yapılmasının gerekli olduğu kanaati güçlenmiştir.
13 Ekim 1921 tarihinde imzalanan Kars Antlaşması ile Türkiye’nin doğu sınırı kesinlik kazanmış ve Ermeni sorunu büyük ölçüde sona ermiştir. 1917 yılında, Rusya’da gerçekleşen Sovyet Devrimi sürecinde Kafkasya bölgesinden çekilen Rusya, Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti, Gürcistan Demokratik Cumhuriyeti ve Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını ilan etmesine zemin hazırlamıştır. Bu bağımsızlık dönemi, Sovyetler Birliği bölgeye yeniden hakim olana kadar devam etmiş; Sovyetler, ideolojik bağlar ve askeri-maddi destekler yoluyla bu devletleri Sovyetler Birliği bünyesine katmıştır.
Kars Antlaşması, Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında dostane bir politika temelinde bölgenin iki güç arasında paylaşılması sonucunu doğurmuştur. Antlaşma, özellikle Sakarya Muharebesi zaferinden sonra Kazım Karabekir’in Sovyetler aracılığıyla yürüttüğü diplomatik çabalar neticesinde imzalanmıştır. Bu antlaşma ile taraflar, daha önce imzalanan Moskova Antlaşması’nı da geçerli kabul ettiklerini beyan etmişlerdir.
Lenin’in yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik dostane tavrının, Türkiye’yi komünist devrimin yayılabileceği yeni bir coğrafya olarak görmesinden kaynaklanmış olabileceği düşünülmektedir. Ancak, zaman içinde Türkiye’nin komünizme karşı net bir mesafe aldığı görülmüştür. Bu durum, II. Dünya Savaşı döneminde Sovyetler Birliği lideri Stalin’in Türkiye’nin doğu sınırlarından toprak talep etmesiyle daha belirgin bir hale gelmiştir. Türkiye, savaşın sonlarına doğru Müttefiklerin yanında savaşa katılmış (fiilen olmasa da resmen) ve daha sonra NATO’ya üye olarak Batı blokunda konumlanmıştır.

Kaynakça
Ahmad, F. (2020). Modern Türkiye’nin Oluşumu (Vol. 18). Kaynak Yayınları.
Aladağ, H. H. (2016). Osmanlı Devleti Zaviyesinden 1904-1905 Rus-Japon Harbi.
Benhür, Ça. (2008). 1920’li Yıllarda Türk-Sovyet İlişkileri: Kronolojik Bir Çalışma. Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 277-309. Selçuk Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü.
Декларация и договор об образовании СССР. (2012). http://projects.rusarchives.ru/statehood/09-02-deklaraciya-obrazovanie-sssr-1922.shtml
Dewdney, J. C. (n.d.). The U.S.S.R. from the death of Lenin to the death of Stalin. Britannica. https://www.britannica.com/place/Soviet-Union/The-U-S-S-R-from-the-death-of-Lenin-to-the-death-of-Stalin (Erişim tarihi: 20 Aralık 2021)
Документы внешней политики СССР. (1961). Moscow: Vol. VIII, 739-741.
Kakınç, T. (1968). Lenin ve Leninizm. Dilek Matbaası.
Российский государственный архив социально-политической истории. (1920–1923). Документы Коминтерна по Курдскому вопросу (1920–1923). Российский государственный архив социально-политической истории (RGASPI). http://rgaspi.info/fonds/544_3/?highlight=%D0%9A%D1%83%D1%80%D0%B4
White, M. (2017, Eylül 10). Mid-Range Wars and Atrocities of the Twentieth Century – Russo-Japanese War. Historical Atlas of the Twentieth Century. Arşivlenmiş kaynak.
Yerasimos, S. (Tarih belirtilmemiş). Kurtuluş Savaşı’nda Türk-Sovyet İlişkileri (1917-1923) (s. 237-238).