Bültenimize Kaydol

ÖĞRETMENİ SUSTURMAK

Son yıllarda Türkiye’de eğitim sistemine yönelik müdahaleler yalnızca yapısal değil, aynı zamanda ideolojik bir yeniden inşa projesinin parçası olarak okunmalıdır. Özellikle “proje okulları” örneğinde gördüğümüz öğretmenlerin sürgün edilmesi, görevden alınması veya sendikal faaliyetleri gerekçe gösterilerek işten çıkarılmaları, yüzeyde bir personel politikası gibi görünse de aslında çok daha derin bir dönüşümün işaretidir. Bu dönüşüm, eğitim alanını —Althusserci bir bakışla— devletin ideolojik aygıtı olarak yeniden şekillendirme çabasını ortaya koyar.

Bu makalede, Louis Althusser’in “devletin ideolojik aygıtları” kuramı çerçevesinde, Türkiye’de öğretmenlerin tasfiyesinin pedagojik değil, ideolojik bir müdahale olduğunu ileri süreceğiz. Ayrıca öğretmenin eğitimdeki özgül yeri, sendikalaşmanın bu denklemdeki rolü ve mevcut sürecin yalnızca bir personel politikası değil, toplumsal hegemonya mücadelesinin bir parçası olduğu savunulacaktır.

Rıza Üretme Mekanizması Olarak Eğitim
Louis Althusser, Marksist düşüncenin yapısalcı bir yorumu olarak geliştirdiği ideoloji kuramında, devletin yalnızca baskı yoluyla değil, aynı zamanda ideolojik aygıtlar aracılığıyla da toplumsal düzeni sürdürdüğünü savunur. Ona göre devletin baskı aygıtları —polis, ordu, mahkemeler— doğrudan zorlama uygularken; ideolojik aygıtlar —okul, aile, din, medya— bireylerin düşünme biçimlerini şekillendirerek onları gönüllü bir uyuma zorlar.

Althusser’e göre ideoloji, bireyleri özne olarak çağıran bir yapıdır. Yani birey, devletin ideolojik aygıtları tarafından belirli bir toplumsal pozisyona çağrılır ve bu pozisyonu içselleştirerek kendisini özgür bir özne olarak görür. İşte tam da bu nedenle okul, devletin en güçlü ideolojik aygıtlarından biridir. Çünkü çocukluktan itibaren bireyi “vatandaş”, “çalışan”, “itaatkâr” gibi rollere hazırlar.

Bu bağlamda öğretmen, yalnızca bilgi aktaran bir figür değil; aynı zamanda devlet ideolojisinin taşıyıcısıdır. Öğretmen, hem açık hem de örtük müfredat yoluyla, sistemin ihtiyaç duyduğu özne tiplerini üretme sürecinde belirleyici bir rol oynar. Dolayısıyla öğretmenin düşünsel duruşu, sendikal tercihi ya da pedagojik pratiği, yalnızca bireysel değil; aynı zamanda sistemsel bir etkiye sahiptir.

Bu nedenle, öğretmenlerin görevden alınması ya da yer değiştirilmeleri, sadece bürokratik değil, aynı zamanda ideolojik bir yeniden hizalama sürecidir.

Althusser’in düşüncesinde okul, modern kapitalist toplumların en güçlü ideolojik aygıtıdır; çünkü bireyi toplumsal yapının yeniden üretimi doğrultusunda şekillendirir. Aile, bireyin ilk ideolojik çağrıldığı yerdir; ancak birey, sistemin ihtiyaç duyduğu alışkanlıkları, değerleri ve düşünme biçimlerini esas olarak okul aracılığıyla edinir. Okul, sistemin sürekliliğini sağlayacak olan emek disiplini, itaatkârlık, rekabetçilik ve ulusal kimlik gibi normları bireye kazandıran başlıca kurumsal alandır.

Özellikle kapitalist üretim ilişkileri bağlamında, okulun başlıca işlevlerinden biri “işbölümünün yeniden üretimi”dir. Bireylerin yeteneklerine, sınıfsal konumlarına ve ideolojik uyumlarına göre toplumsal pozisyonlara yönlendirilmesi süreci, büyük ölçüde okul aracılığıyla gerçekleştirilir. Bu süreçte öğretmen, yalnızca bilgi aktaran bir figür değil; öğrenciyi ideolojik olarak şekillendiren bir aktördür. Öğretmen, bilgiyi nasıl sunduğuyla, hangi soruları sorup hangilerini dışarda bıraktığıyla, neyi “doğru” neyi “sakıncalı” olarak tanımladığıyla, öğrencide yalnızca entelektüel değil, ideolojik bir inşa süreci başlatır.

Ancak bu işlev salt yukarıdan aşağıya yürüyen mekanik bir süreç değildir. Öğretmen, aynı zamanda bu ideolojik yapının çatlaklarının ortaya çıkabileceği bir noktadır. Özellikle eleştirel düşünceyi önceleyen, sorgulamayı teşvik eden, öğrenciyi nesne değil özne olarak gören öğretmen tipi, devletin arzuladığı ideolojik bütünlüğü kesintiye uğratma potansiyeline sahiptir. Bu nedenle devletin resmi ideolojisine aykırı düşen öğretmen tipleri, yalnızca bireysel bir “uyumsuzluk” değil; sistem için bozucu bir unsur olarak değerlendirilir.

İşte tam da bu yüzden, öğretmenin düşünsel özerkliği bir “tehlike” olarak kodlandığında, okulun ideolojik işlevi açıkça görünür hale gelir. Çünkü burada pedagojik bir başarısızlık değil, ideolojik bir çatışma söz konusudur.

Türkiye’deki Öğretmen Kıyımı
2024 yılının son çeyreğinden itibaren Türkiye’de yüzlerce öğretmen, özellikle “proje okulları” ve belli başlı sendikalara üye olan kamu çalışanları hedef alınarak ya görevden alındı ya da sürgün edildi. Bu süreç, yüzeyde idari gerekçelerle meşrulaştırılmaya çalışılsa da kamuoyuna yansıyan belgeler, tasfiyelerin pedagojik performansa değil, politik duruş ve sendikal angajmana dayalı olarak yapıldığını ortaya koydu.

Tasfiye edilen öğretmenlerin büyük çoğunluğu Eğitim-Sen, Özel Sektör Öğretmenleri Sendikası gibi muhalif sendikalara üyeydi. Bu öğretmenler, toplumsal cinsiyet eşitliği, laiklik, demokratik değerler gibi konularda ses yükselten kişilerdi. Bu bağlamda tasfiyeler yalnızca bireysel kariyerleri değil, eğitim ortamında çoğulculuğun varlığını tehdit eden bir biçimde gerçekleşti.

Proje okulları bu noktada özel bir yer tutmaktadır. Bu okullar, Milli Eğitim Bakanlığı’nın doğrudan atama yaptığı, denetimden ve yerel etkileşimden uzak yapılar olarak ortaya çıktı. Bu kurumlarda görev yapan öğretmenlerin bir tür “ideolojik filtreleme”ye tabi tutulduğu artık açıkça görülebiliyor. Öğretmenin hangi sendikaya üye olduğu, sosyal medyada hangi paylaşımı yaptığı, hatta öğrenciyle nasıl bir pedagojik ilişki kurduğu, mesleki değil, ideolojik sadakat temelinde değerlendiriliyor.

Dahası, öğretmenlerin görev yerlerinin değiştirilmesi sadece kişisel bir mağduriyet değil; aynı zamanda okulların kültürel ve entelektüel dokusunun tek tipleştirilmesi anlamına geliyor. Bu, okulun artık “farklılıkların buluştuğu yer” değil, devletin resmi ideolojisinin saf haliyle yeniden üretildiği bir mekân olmasını hedefliyor.

Tüm bu gelişmeler, Althusserci anlamda devletin ideolojik aygıtı olan okulun krizini değil, bu aygıtın içeriğini yeniden düzenleme çabasını yansıtıyor. Artık amaç bilgi aktarmak değil; itaat üretmek. Eleştirel pedagojinin yerine, itaatkâr ve yandaş bir öğretmen profili geçiriliyor.

Althusser’in kavramsallaştırmasıyla, okul bir ideolojik aygıtsa, öğretmen bu aygıtın ideolojik çağrıyı gerçekleştiren temel figürüdür. Bu çağrı, yalnızca açık ders içerikleriyle değil, öğretmenin sınıf içindeki dili, otoriteye yaklaşımı, eleştirel düşünceye verdiği alan ve öğrencilerle kurduğu etik ilişkide tezahür eder. Devletin bu figürü denetleme, hizalama ve gerektiğinde dışlama pratiği, ideolojik yeniden üretimin sorunsuz işlemesini temin etmek içindir. Üstelik böylesi bir öğretmen tasfiyesine zemin hazırlayan yandaş unsurların, espiyonaj yoluyla muhalif meslektaşlarını ihbar etmesi; baskı rejiminin, zihinlerde dahi bir denetim ağı kurmayı başardığını gözler önüne sermektedir. Tasfiye edilen öğretmenlerin çoğu, eleştirel pedagojiye yakın durmakta, toplumsal cinsiyet eşitliğini savunmakta, laikliği ve çoğulculuğu eğitim pratiğine dâhil etmektedir. Dolayısıyla bu öğretmenlerin sorunu, “öğretmeme” değil, yanlış şeyleri öğretmeleri, daha doğrusu mevcut iktidarın istemediği şeyleri hatırlatmalarıdır.

Burada pedagojik meseleler yalnızca bir kılıf işlevi görür. Althusser’in belirttiği gibi, ideolojik aygıtların sürekliliği ancak içeriklerinin belli bir tutarlılıkla korunmasıyla mümkündür. Ne var ki, öğretmenler bu tutarlılığı sorguladığında ya da alternatif değerler ürettiğinde, okulun ideolojik işlevi sekteye uğrar. Bu nedenle, söz konusu tasfiyeler, devletin okul üzerindeki ideolojik denetimini yeniden sağlamlaştırma arzusuyla uyumludur. Bu süreci daha da çarpıcı kılan ise pedagojik değil, cezalandırıcı bir dilin kullanılmasıdır. Öğretmenlerin sosyal medya geçmişlerinin taranması, sendikal faaliyetlerinin “suç” gibi gösterilmesi ve muğlak idari raporlarla sürgün edilmeleri, daha iyi bir eğitim değil, daha itaatkâr bir kuşak yaratmak için öğretmenin hizaya sokulmasıdır.

Bu noktada sendikalaşma, yalnızca çalışma haklarının korunması değil, aynı zamanda okulun ideolojik doğasının farkına varan ve bu doğaya karşı örgütlü bir refleks geliştiren bir pedagojik-politik özneleşme biçimi olarak belirir. Özellikle eleştirel pedagojiyi benimseyen öğretmenler için sendika, yalnızca maaş pazarlığının değil; laiklik, toplumsal cinsiyet eşitliği, demokratik katılım ve özgür düşünce gibi değerlerin eğitim pratiği içindeki savunusunun aracıdır. Burada öğretmenlerin Eğitim-Bir-Sen, Türk-Eğitim-Sen gibi yandaş sendikalardan uzak durmaları gerekliliği de yeniden vurgulanmalıdır.

Bu nedenle, öğretmenlerin görevden alınması ve yandaş sendikalara üye olmayanların cezalandırılması yalnızca bireysel bir “disiplin” hamlesi değil; aynı zamanda örgütlü gücün parçalanması ve öğretmenin bir özne olarak sesinin kısılmasıdır. İktidar, öğretmenin yalnızca bilgi veren değil, düşünce üreten ve kolektif biçimde direnen bir figür haline gelmesini istememektedir. Dolayısıyla sendikalı öğretmenin susturulması, devletin sadece ideolojik değil, aynı zamanda sınıfsal çıkarlarının da bir parçasıdır.

Fakat her ideolojik aygıt, tam da bu tahakküm ilişkilerini sürdürmeye çalışırken bir kriz üretir. Öğretmenin düşünce ve ifade özgürlüğünü bastırma çabası, okulun yalnızca bir “bilgi mekânı” olmadığını, aslında bir hegemonya alanı olduğunu daha görünür hale getirir. Bu görünürlük, hem toplumsal muhalefetin hem de kamusal vicdanın uyanması için bir olanaktır.

Kaynakça

Althusser, Louis. İdeolojiler ve İdeolojik Aygıtlar. 1970.

Gramsci, Antonio. Hegemonya, Devlet ve Toplumsal Güç. 1971.

Freire, Paulo. Pedagogy of the Oppressed. 1970.

Marx, Karl. Das Kapital. 1867.

Kaydol
Her zaman güncel kalmak için e-posta listesine katılın.