Bültenimize Kaydol

Otomatikleşmiş usta-yaşayıcılar olarak Varoluş İşçileri

İnsanlar, hayvanlardan, bilinçle, dinle, ya da herhangi bir başka şeyle ayırt edilebilir. İnsanlar kendi geçim araçla­rını üretmeye başlar başlamaz, kendilerini hayvanlardan ayırt etmeye başlıyorlar, bu, onların kendi fiziksel örgütle­nişlerinin koşullandırdığı bir adımdır. (Marx & Engels, 1992, s.37)

Yukarıdaki alıntı, insanların hayvanlardan bilinç ve emek bakımından ayırt edilebileceğini öne sürmesine rağmen, bu ayrım yalnızca bilince bağlı değildir; daha ziyade kendi bilincimizin bilincinde olmaklığa ve çevremizdeki dünyayla yönelimsel olarak etkileşime girmemize bağlıdır (Heidegger, 2001). Böylesi bir yorum, bilinç ve emek arasındaki bağı doğrudan kuracaktır. Çevreyle, yani kendimiz dışındaki “diğer” varlıklarla ilk karşılaşmamız, onları görmeyi ya da tanımayı gerektirir. Tanışıklık geliştirdikçe alet üreterek onları manipüle etmeyi ve kendimize fayda sağlamayı öğreniriz. Alet üretmeye başladıkça hayvanlardan farklı bir dünyeviliğin içerisinde buluruz kendimizi, işte o zaman hayvanlarla ayrılığımızı kavrarız. Bunun nedeni gelecekte yaratacağımız araçları zihnimizde silik bir görüntü biçiminde hayal edebilme yeteneğine sahip olmamızdır. Ancak bu görüler her zaman fiziksel dünyamızla sınırlı olmaya mahkumdur zira insan fiziksel dünyaya ait olmayan hiçbir imajı zihninde resmedemez.
Makalenin amacı, Marx’ın alıntısından yola çıkarak varoluşsal emek kavramını araştırmak, onun çevremizle kurduğumuz ilişkimize yaklaşımına yönelik bir eleştiriye işaret etmektir. Ayrıca bu makale, Heidegger’in mesken kavramına ve onun çevreyle nasıl bir ilişki kurmamıza olanak sağladığına da değinecektir. Daha sonra insanın ayırt edici bir özelliği olan geleceği öngörme kapasitemiz tartışılacaktır. Geçmişimize ve gelecekte kendimizi nasıl ortaya koyacağımıza daha yakından bakmak bu niteliğimizi daha iyi anlamamıza yardımcı olacaktır. Buna ek olarak geçmiş ve gelecek arasındaki bağı kurarken ve mesken alanı ile karşılıklı angaje olurken emeğe yabancılaşma ihtimali ve buna karşı alınacak tavır da incelenecektir.
Geleceğe yönelik bilinç, önalgı[1] nedeniyle biriciktir. Makale okuyucuyu hiçbir eylemin kendini tekrarlamadığına, ancak önalgı ve bilinç yoluyla eylemleri sürekli tekrarlayarak usta olunabileceğine ikna etmeyi amaçlamaktadır. Dolayısıyla, insanlar yalnızca bilinçli eylemlerle insan olabileceği için, hayvanlardan ayrışırlar. Böylesi bir ayrımın yaşanması için de önalgının öğretilmesi gerekmektedir. Önalgıyı öğretmek, insanlar için ancak eğitim yardımıyla ulaşılabilecek bir hedeftir.

1) Varoluş İşçiliği

Örümcek, işini dokumacıya benzer şekilde gördüğü gibi, arı da peteğini yapmada pek çok mimarı utandırır. Ne var ki, en kötü mimarı en iyi arıdan ayıran şey, mimarın, yapısını gerçekte kurmadan önce, onu imgesinde kurabilmesidir. (Marx, 1986, s.166)

Marx’ın Kapital’deki bu alıntısının iki ayrı noktasına değinilmesi gerekmektedir: birincisi, örümceğin, tam tersi olması gerekirken, dokumacıya benzetilmesi; ikincisi, bir yapının inşa edilmeden önce hayal edilmesi veya düşünce tasarımı olarak var olması. Marx’ın yukarıdaki alıntısı, doğada var olan bir örümceğin, sanki örümcekler böylesi benzersiz şekiller yaratmayı doğadaki diğer türlerden öğrenmiş gibi davrandığını iddia etmektedir. Demek istediği kesinlikle, örümceklerin insana özgü üretimlerin eylemlerini ve yaratım sürecini taklit etmesi değildir. File ile örümcek ağı arasında şekilleri ve kullanım amaçları bakımından bariz bir benzerlik vardır ancak odanın köşesinde bir örümcek ağı görüldüğünde verilecek doğal tepki büyük olasılıkla onu bir fileyle (ya da balık ağıyla) ilişkilendirmek değil, daha ziyade bir örümceğin hayatta kalma içgüdüsü ağını ördüğünü görmek ve limon filesinin ona benzerliğini düşünmektir. Zira filenin örgü biçimi önce insanlar tarafından icat edilmiş ve örümcek tarafından taklit edilmiş değildir.
Marx ve Engels, Darwin’in evrim konusundaki çalışmalarından etkilenmişlerdir; çünkü Marx ve Darwin’in teorileri, sırasıyla, insanlık tarihindeki ve organik doğadaki gelişim yasasını keşfetmiştir.[2] Yukarıdaki alıntının analizi, Marx’ın, Darwinci evrim perspektifinden açıkça etkilendiği sonucuna varmaktadır zira Marx bu durumu “Darwin’in kitabı çok önemli ve bana tarihteki sınıf mücadelesi için doğa bilimlerinde bir temel olarak hizmet ediyor” (Marx, 1861, kendi çevirim) şeklinde de ifade etmiştir. Ancak Marx yaşadığı zamanın bilimsel gelişmelerinden saf bilim sevgisinden dolayı etkilenmiş değildi; zira amacı, sonunda komünist bir toplumu (sırasıyla ilkel topluluk, köle temelli toplum, serfliğe dayalı feodal toplum, kapitalizme dayalı modern burjuva toplum ve son olarak geleceğin gelişmiş “sınıfsız” toplumu[3]) öneren kendi toplumsal evriminin mantıksal temelini ve daha güçlü bir argümanını bulmaktı.
Somut bir temel bulmak için bilimsel bir yöntem kullanmak akıllıca görünse de, doğanın etkisinin toplumsal olayların yorumlanmasında kullanılması, insanların gözünde, doğanın yalnızca toplumsal olaylara hizmet eder bir konumda olduğuna dair küçümseyici ve indirgeyici bir bakış açısına sebep olabilir. Zira bilimsel metodların, doğrudan toplumsal olayları açıklamak niyetiyle kullanılması noktasında bilimsel çıkarımların antropomorfikleşmesi ya da tersine, insana ait özelliklerin aşırı mekanikleşmesi yanılsamalara yol açabilir. Böylesi bir dil kullanımı doğa bilimleri düşüncesine aykırıdır zira doğayı gözlemlemek ve ondan öğrenmek yerine onu toplumsal olayların yorumu için kullanmak, insan merkezci bir bilimsel yanılgıyla, doğa olayları insan için varmış gibi bir izlenim yaratabilir. Elbette bireysel deneyimler önemlidir ancak diğer doğa olaylarına karşı beklenti içinde olmak bilimsel ilerlemenin hızının azalmasına neden olabilir. Böylesi bir beklenti, titizce gösterilen bir çabanın dışına çıktığı anda batıl inançlı tehlikeli yorumlara da kapı açabilir.[4] Doğayı gözlemleyerek ve onu taklit ederek doğal ürün veya süreçlerin yeniden üretiminin insanca anlamlı bir mirasa dönüştürülmesi insanın varoluşsal emeğinin amacıdır. Marx’ın doğayı bilinçli bir gözlemcinin kütüphanesi olarak tanımlaması oldukça yerinde bir gözlemdir. Bu konuda şöyle der: “Dünya onun orijinal kileri olduğu gibi, aynı zamanda onun orijinal alet deposudur da” (Marx, 1887/1992, s.128). Alet her zaman son üründen önce üretilmiştir (ya da mevcuttur), bu nedenle hiçbir zaman bir örümcek bir dokumacınınkine benzer eylemler gerçekleştirmez, ancak bunun tam tersi geçerlidir. Gökyüzünde uçan kuşlar, insanoğluna uçak gibi uçan nesneleri icat etme ilhamı vermişlerdir. Ancak insanlar uçamaz, biz sadece motorlu, yakıt yakan, konforlu bir aracın içinde otururuz. Doğa, insanlara yenilikler yaratma konusunda ilham verebilir; örneğin yalıçapkını kuşunun sürtünmeyi azaltan aerodinamik gagasının şeklinden esinlenerek saatte 200 mil hıza ulaşan ve sürtünmeyi azaltan hızlı trenlerin icadı gibi (Johnson, 2021, para.3). Ancak burada teknoloji üretiminin doğadan kaçınılmaz bir biçimde etkilenmesi konu edilirken, Marx’ın yorumunda bundan farklı olarak, doğal olaylar direkt olarak toplumsal yapılara uyarlanmıştır. Bu çıkarımlardan, hayvanların emeklerinin taklit edilmesiyle materyal bir dünya inşasının varlığı göz önünde bulundurulduğunda, “insanları diğer hayvanlardan ayıran nedir?” diye sormak gerekmektedir. Ancak cevap tek bir kelime ile verilecek kadar basit değildir. Öyleyse yalnızca “bilinçli oluş” insanları hayvanlardan ayırmaz—emek ve bilinç arasında kurulan iç içelik ilişkililiği insanca bir doğa angajmanı oluşmasına sebep olacaktır.
İnsanoğlu, içinde bulunduğu doğadan öğrenerek veya ilham alarak nesneleri anlamlı bir şekilde bir araya getirir. Bu eyleme genel olarak “yaratma” adı verilir, ancak bu eylemi potansiyel olarak var olan doğal araçsal uyumla anlamlı bir angajman olarak tanımlamak daha uygundur—zira insan yaratamaz ancak inşa eder. Eylem olarak inşa etmek ise, emek ve angajman gerektirir ve kişinin ihtiyaçlarına göre gerçekleşir. Emek ve angajman, üretici ile ürün arasında bir tanışıklık yaratır, ve inşa edilen nesnelerin bütünü ise mesken edinme duygusunu yaratır. Zira emek verilmiş mesken alanı, artık geçmişteki halinden farklılaşmış bir biçimde içindeki yaşayıcının onunla angajmanı doğrultusunda farklı bir perspektiften yeniden kurulacaktır. Heidegger, “Şiir, Dil, Düşünce” kitabının “İnşa Etmek Mesken Edinmek Düşünmek”[5] bölümünde şöyle yazar: “İnşa ettiğimiz için ikamet etmiyoruz, ikamet ettiğimiz için, yani yaşayıcılar olduğumuz için inşa ettik ve ediyoruz zira biz yaşayıcılarız”[6] (Heidegger, 1978, s.350). Heidegger’in terimleriyle mesken kavramı, fiziksel bir meskene sahip olma duygusunun ötesine geçer; doğası gereği varoluş tarzımızla bağlantılıdır. “Dasein dünya-dahilinde karşılaşılan varolanla ilgilenen-aşina-olan münasebette oluş anlamında dünya ‘içindedir’” (Heidegger, 2018, 167). İkamet etmek, çevreyle etkileşime girmemize ve kendimizi onun bir parçası olarak deneyimlememize olanak sağlayacak şekilde dünyada var olma şeklimizi ifade eder. Biz zaten her zaman dünyada-içinde-yaşayıcıyız, bu yüzden inşa ediyoruz ve inşa edilmiş çevremiz karşılıklı biçimde varoluş tarzımızı yansıtıyor—biz inşa ettikçe ikamet ettiğimiz yer değişiyor, dolayısıyla ikamet ettiğimiz yerdeki değişiklik bizi de değiştiriyor. Önceki gün beyaz olan odamın duvarlarının rengini siyaha boyadığımda, yalnızca onu boyama kararı veren özne olarak duvarla angaje olmam, buna ek olarak da artık duvarları-beyaz-odada-yaşamayan ya da duvarları-siyah-odada-yaşayan özne olarak varoluşsal karşılıklılık yaratır bir tavırda bütünlüklü bir değişime sebep olurum. Bu durumu Heidegger, yalnızca odanın değil, oda içindeki varoluşsal konfigürasyonu kuran tüm varlıkların salt mevcut olmaktan farklılık olarak bütünden hareketle belirlenimi olarak da ele alır.

Her malzeme kendi yerine sahiptir, yoksa “bir yerlere atılmıştır”. Bu da herhangi bir mekansal konum içinde salt mevcut olmaktan ilkece farklı bir şeydir. Bu malzemenin şu ya da bu iş için kullanılan bir malzeme olması bakımından sahip olduğu yer, çevreleyen-dünyada el-altında-olan malzemelerin ilişkisinin birbirine göre yönelimli yerlerinin oluşturduğu bütünden hareketle belirlemektedir. (Heidegger, 2018, s.164)

Heidegger, Varlık ve Zaman’da şunu da belirtir: “Bize en yakın olarak karşılaştığımız şey (tema olarak ele alınan bir şey olmasa da) odadır; geometrik anlamda ‘dört duvar arası’ olarak değil, barınma ekipmanı olarak karşımıza çıkar.” (2001, s.98). Heidegger’in bir odayı yalnızca dört duvar arasına sıkıştırılmış fiziksel bir alan olarak değil, daha ziyade insanlarla köprü kuran bir ekipman (veya araç) olarak ve onların temel varoluş tarzlarından biri olan “ikamet etme” olarak ele aldığına dikkat etmek gerekir. Bu temelde oda, yalnızca nesnelerin konumlandığı pasif bir alan değil, aynı zamanda içinde yaşayanlarla birlikte yaşayan bir varlıktır. Burada yaşayan bir varlık olarak, bilinçli, eyleyebilen ve otonom bir varlık olmaktan ziyade; insanların odayla angajmanına duyarsız kalmamaklık bakımından içinde yaşayanlarla birlikte yaşayan bir varlıktır tanımı kullanılmıştır. Yaşayan bir varlıktır tanımınından bilhassa kaçınılmıştır. İnsanlar bir odayı yalnızca nesnel bir varlık olarak deneyimlemezler, daha ziyade bireysel varoluş ve insanın hergünkülük bağlamı onunla olan angajmanı şekillendirir; bu etkileşim kaçınılmaz olarak mutual ve karşılıklıdır[7]. Tanışıklık yoluyla bir yaşayıcı olarak var olmak, diğerlerine değil, belirli bir mekansal ortama yönelmeyi içerir. “Bağlantı kurduğunuz şey, yaptığınız şey tarafından şekillenir”, dolayısıyla insanların angaje olduğu “nasıl” ve “nerede”, “tıpkı diğer şeyleri arka planda tuttuğu gibi, belirli nesneleri de ulaşılabilir kılan şeydir” (Ahmed, 2007, s.152). Marx da, Ahmed’in söylemine katılacaktır zira kendisi “insanların varoluşunu belirleyen bilinçleri değil, tam tersine, toplumsal varoluşları bilinçlerini belirler” der (Marx, 1859, s.12). Dolayısıyla toplumsal varoluş, yalnızca bilincimizi belirlemekle kalmaz, aynı zamanda ondan ilham almamızı da sağlar; tıpkı bir örümceğinkine benzeyen desenler icat etmemiz gibi—ancak bu döngü tıpkı oda ve özne arasında kurulan angajman gibi karşılıklılık bakımından dönüştürücüdür. Sara Ahmed aynı zamanda kalıtsal sosyal ortamların kişinin yaşam yönelimi üzerindeki önemli etkisine de dikkat çekiyor. Yaşam koşullarının bireyler tarafından seçilmesine değil, her zaman zaten verilmiş ve geçmişten miras alınmış olmasına odaklanan Marksist tarih yaklaşımını benimser (Ahmed, 2007). Bunu yönelimlerle ilişkilendirerek farklı bir bakış açısı getirir: “Böyle bir miras, yönelimler açısından yeniden düşünülebilir: Etrafımızdaki ‘şey’ içinde bize ‘verilen’ ya da en azından bize sunulan bazı nesnelerin ulaşılabilirliğini miras alırız” (Ahmed, 2007, s.154). Dolayısıyla bir odayı algılamamızda ve kullanmamızda kişisel tarihimiz, kültürel bağlamımız ve sosyal normlarımızın tamamı bir rol oynar. Ahmed’in burada değindiği, kültürel bağlamın mesken alanından etkilendiği ve aynı zamanda içine doğulan yerin kişinin yönelimselliğini doğrudan etkileyeceğidir. Böylesi bir etkilenme ancak karşılıklı bir şekilde olur, zira edinilişi ve ifade edilişi birbirileriyle iç içe geçmiş durumdadır. Bu noktada kaderci bir anlayışın oluşmasını önlemek ve fırlatılmışlık kavramının değişmez bir kültürel bağlamdan dolayı insanların hayatlarının zaten olduğu gibi kalacağı düşüncesini bertaraf etmek gerekecektir. Zira böylesi bir argümanın sınıf bilincinin oluşturulmasında ve ileriye yönelik değişikliğin karşılıklı angajmana ve öznelerin eyleme edimlerine bağlı olduğu görüşünü vurgulaması gerekmektedir. Bir diğer deyişle kültürel bağlam, materyal koşullardan şekillenen zihinlerin, materyal koşulları şekillendirmesi üzerine, yeniden materyal koşulların bilinci şekillendirmesi şeklinde bir karşılıklı döngüsellik içerisinde sürekli yeniden kurulacaktır.[8]
Her ne kadar Marx ve Ahmed, yaşam koşullarını ve tarihi miras aldığımızla ilgili hemen hemen aynı kavramları (toplumsal varoluş; bilinci, yönelimleri ve erişilebilirliği belirler) öne sürse de, Ahmed’in belirttiği gibi “tarih, vardığımızda aldığımız şeydir” (2007, s.154), yine de her şeyin sürekli bir iç içelik minvalinde birbiriyle angaje olarak değişimin konusu olduğu kabulü de doğru bir tavır olacaktır. Belli bir tarihte, belli bir ailede doğmuş olmak, sürekli değişimin konusu olan dünyanın (ancak değişecek olan) belli bir yönelimini önceler. Dolayısıyla 5 yaşındaki bir çocuğun dünyaya yönelimi, doğduğu andan farklı olacaktır. Bu kesinlikle bireyin dünyayla sürekli angajman halinde olan bir yaşayıcı olarak (ikamet eden bir yaşayıcı olarak) varlığından ve özellikle de Sartre’ın belirttiği gibi kendini gerçekleştirme zorunluluğu olan özneler olmasından kaynaklıdır—varoluş işçileri olmalarından.
20. yüzyılın başlarından itibaren özellikle iki dünya savaşı, dini düşünce ve hakimiyetin çöküşüyle ​​birlikte Avrupa’da anlam krizi ön plana çıkmış ve bu durum insanların ölümlülük, ölüm ve yaşamın anlamı gibi konuları yeniden düşünmesine neden olmuştur. Anlam krizi, Sartre tarafından, insanlara din ya da gelenekler aracılığıyla aşılanana güvenmek yerine, özgür seçimler yoluyla anlam yaratmaya yönlendirmesi gereken, insanlık için temel bir husus olarak görülmüştür. Odak noktası dini dogmaların inkârından ziyade anlam yaratma üzerine yoğunlaşmıştır. Sartre, “Varoluşçuluk Hümanizmdir” adlı eserinde anlamın dünyaya içkin olmadığını, insan tarafından eylemleriyle yaratıldığını ileri sürer. Bu nedenle insanın özgür olmaya -yaşamda anlam yaratma özgürlüğüne- mahkum olduğuna ve yaptığı her eylemden sorumlu olduğuna inanır (Sartre, 2007). Kişi kendi yaşamında anlam ve amaç yaratma özgürlüğünü ve sorumluluğunu benimsemelidir.  Zira “varoluş özden önce gelir” ancak bununla ne demek istiyor? “İnsanın önce var olduğunu söylemek istiyoruz: Dünyada cisimleşir, kendisiyle karşılaşır ve ancak ondan sonra kendini tanımlar” (Sartre, 2007, s.22).

İnsanda –ama yalnız insanda– varoluş özden önce gelir. Bu demektir ki insan önce vardır; sonra şöyle ya da böyle olur. Çünkü o, özünü kendi yaratır. Nasıl mı? Şöyle: Dünyaya atılarak, orada acı çekerek, savaşarak yavaş yavaş kendini belirler. Bu belirlenme yolu hiç kapanmaz, her zaman açıktır… (Sartre, 2000, s.12)

Varoluşsal emek, bireylerin yaşamları boyunca kendi eylemleri ve özgür seçimleri aracılığıyla anlam ve amaç yaratmalarına olanak tanır zira insan varolmak için eylemeye mecbursa, varolmak kendiliğinde emek gerektiren bir çabadır. Böylece varoluşunu dert edinen ve Dasein’a özgü varoluşsal tavırların sahibi olarak insan, varoluş işçisi olacaktır. Çocuğun dünyaya ve dünyasını çevreleyen şeylere dair sorular sorarak anlam arayışını başlatması, sonsuz varoluşsal emeğin ilk örneğidir. Varoluşun kendiliği sürekli bir değişim-akışı halinde olduğundan bu çaba ancak kişi öldüğünde sona erecektir. Değişmeden kalmak isteyenin, dünyadaki değişimlere göre sürekli kendini yeniden belirlemesi gerekir zira değişim ancak bir referans noktasıyla kıyaslamayla mümkündür. Yani bir değişimin varlığından söz edebilmek için değişimi işaret eden bir referans noktasına ihtiyaç vardır. Bununla birlikte, konjonktürün devinimine bağlı olarak referans noktası sürekli bir biçimde değiştiğinden, konumsallığın korunması için referans noktasının değişimine göre değişiklik yapılması gerekir.[9] Öte yandan, eğer kişi önceki konumuna göre değişmeden kalırsa, referans noktasının kaçınılmaz değişimi nedeniyle, değişmeden kalmak, aktüel değişim ne olursa olsun, yepyeni bir konumsallığa, yani göreceli değişime sahip olacaktır. Bu göreceli değişim, evvelden edinilmiş ve korunmuş pozisyonun değişmemesi üzerinden diğer her şeyin değişmiş olma haline gönderme yaparak değişime kayıtsız kalmanın da, bizzat değişimin kendisi tarafından değişmiş olmaya zorlanmasıdır. Dolayısıyla, sürekli tekrarlanması gereken eylemler, gerçekliğin kaçınılmaz değişiminin onları anlamlı hale getirmesine yol açacaktır. Her ne kadar “yürüme” eylemi fonetik olarak her seferinde aynı gibi görünse de,[10] öyle görünüyor ki, her gün ofise yürüyerek yapılan her yolculuk, kendine özgü bir şekilde inşa edilmiş varoluşlar ortaya koyuyor. Çıktığım merdivenler bir-gün-daha-eski, hava durumu aynı değil, insanlara karşı fikirlerim değişti, bir gün daha yaşlandım ve yeni deneyimler edindim. Bu durum bütünsel olarak farklı bir dünya ve tamamen benzersiz bir deneyim yaratır. Ancak varoluş işçiliğini benimseyenler için tekrar eden deneyimler dahi tamamen farklıdır. Aksi takdirde kişisel karşılığı olmayan, tekrarlanan eylemler; önemsizliğe, anlamsızlığa, amaçsızlığa neden olabilir. Sürekli tekrar edilen eylemler, insanlarda tekrara dayalı anlamın silinip gitmesine sebep olabilir. Örneğin bir kelimeyi sürekli tekrar etmek adeta kelimenin bozunmasına ve anlamını kaybetmesine sebep olurken, eylemlerin aynı biçimde tekrar ediyor olması da benzer sorunları gündeme getirebilir. Herakleitos’un “aynı nehirde iki defa yıkanılmaz” önermesi, bir varoluş işçisine göre değişimin özünü yanlış bir özneye oturtacak hatayı en başından yapmaktadır. Zira öznenin, bu önermedeki rolü yeniden yıkanma eylemine kalkışmasından öteye geçmeyen bir indirgemedir. Ancak, nehrin aynı olmayışının değişimin tetikleyici olduğu fikri burada yanıltıcı olacaktır. Nehrin akıyor olması, değişimin göstergesi olacaktır; ancak nehirde yıkanmak isteyen özne, nehre doğru yürürken dahi eylemlerinin etkisinde hali hazırda değişimi deneyimleme sorumluluğunu yüklenmiştir. Nehrin akması, aynı nehirde iki defa yıkanılmayacağını doğrulayacaktır, ancak akmayan bir nehirde de, ilk deneyimden hemen sonra nehirde-yıkanmışlık bakımından aynı eylemi yeniden gerçekleştirmek mümkün değildir. Ancak Herakleitos, cümlesine “zira ne nehir aynıdır ne de siz” şeklinde devam ederek okuyucuda özneye de bir rol biçtiğinin yanılgısına sebep olmaktadır. Nehrin akıyor olması ve öznenin deneyime dayalı yeniden kuruluşunun yanısıra, benzer yöntemlerle benzer sonuçlar alınsa dahi hiçbir eylem kendini tekrar etmez, bu yüzden tekrarın imkansızlığı yıkanma eyleminin iki defa yapılacağının iddia edilmesiyle göz ardı edilmiştir. Yani özne ve nesnenin değişiminin eylemi değiştirmesi yanılsamasından ziyade; özne, nesne ve eylemin her biri ayrı ayrı değişime uğrayacaktır.
Tarihselliğin donukluğunun farkında olma durumu, var olan her şeyin sürekli bir değişime tabi olduğu gerçeği görmezden gelindiğinde, değişimin imkansızlığına dair umutsuz bir sezgi oluşturabilir. Bu durum düşüncelerin baskılanmasına ve amaçsızlığa neden olur zira değişmezlik, boyun eğici bir biçimde kabullenme eyleminin kaderci bir yorumuyla kişileri manipülasyona ve sömürülmeye oldukça açık hale getirecektir ve bunun sonucunda kişi başkalarının güdümlemesiyle eylemlerine ve emeğine yabancılaşacaktır. Ancak tarihselliğin donukluğunun farkında olma durumu ve varoluşun dinamizmine dair bilincin yanı sıra tarihten ders alarak tarihi analiz edebilme yeteneği, bireylerin yaşamlarında anlamlı değişiklikler yapmalarına olanak sağlayacaktır. Burada önalgı ve bellem;[11] geçmiş, şimdi ve gelecek arasında bir bağ oluşturmak bakımından bütünlüklü bir algı ve anlamlandırma sürecine işaret etmektedir. Değişim sürekli ve kaçınılmazdır, bu nedenle “yeniden” ön eki varoluşsal emekte çok önemli bir rol oynar: eylemlerin sürekli ve benzersiz bir şekilde üretilmesi gerekir—tekrar etmek, yenilemek, yinelemek, bir daha yapmak, yine gelmek, ikilemek, tazelemek, tekrarlamak, yeniden kabul, yeniden yazmak, yeniden kontrol etmek vb. fiillerin aktüel bir karşılığı asla yoktur. Varoluş işçisi, varoluşçuluk tiyatrosunda her eylemin yalnızca bir kez gerçekleştiğini, dolayısıyla her eylemin kendine özgü olduğunu bilir ve yeniden yazmanın imkansızlığının farkına varır. Yalnızca yeniden yaratma mümkündür ve süreklidir. Bu yeniden yaratma ise varoluşun konstitüsyonu biçiminde, varoluşun her an bilinçli bir yeniden yaratımına işaret etmektedir. Bunun dışındaki eylemlerin tamamı yeniden kurulmuş olmaklık bakımından varoluşun özne ile biricik anlamlandırma sürecinde bir defaya mahsus karşılık bulacaktır.
“İnsan gerçekliğini, olmadığı gibi olan ve olduğu gibi olmayan bir varlık olarak ele almak zorundayız” (Sartre, 2003, s.58). Bu alıntı, değişim-akışı halindeki varlıklar olarak, varoluşsal konumumuzun sürekli bir devinim halinde olduğunu, dolayısıyla ne olduğumuzun ne olmadığımızla tam olarak uzlaşamadığını öne sürüyor. İnsanın varoluşsal konumunun tanımlanmasının sürekli değiştiği bir durumda olmak, insanı seçim yapmaya, sorumluluk almaya ve özgür olmaya mahkum eder. Sürekli bir değişim-akışı, anlamlı varoluş koşulları inşa etmek için dünya üzerinde harekete geçmek konusunda itici bir güç olarak ne olduğumuz ve ne olmadığımız arasında bir gerilim yaratır. Olduğu gibi olmamaklık, öznenin kendilik inşası sürecinde durağanlıktan uzak kesintisiz bir istençle olmadığı gibi olmaklıktan kurtulma çabası olarak değişim-akışına sebep olacaktır. Dolayısıyla belirli bir şekilde var olmak ve kadere boyun eğmek zorunda değiliz. Tarihselliğin ve mirasımızın donukluğunun bilincinde olsak da, gerçeği şekillendirme gücü bizimdir, zira değişikliğin varoluşsal sebebi olarak öznelerin eylemesi gerekmektedir. “Kendi-için-varlık,[12] fenomenolojik olarak zamansaldır. Bir bütün olarak ele alınan geçmiş, şimdi ve gelecek zamanın arasında, kendini hiçleyerek zamansallık özelliği kazanmaktadır (Sartre, 2011: 207, 214)” (Akıllıgöz, 2022, s.95). Müstakil bir özne olarak[13] kendi-için-varlık, kendini hiçleyerek zamansallığı ve bu sebeple de değişimi sürekli hale getirir. Burada olduğu gibi olmayan ve olmadığı gibi olmaklıktan kaynaklı bir sürekli hiçleme, bir diğer deyişle hiçlendikçe şimdide yeniden kurulmaya dayalı değişim, kendi-için-varlığın zamansallık karakterizasyonunu getirmekte ve zamansallığın da doğrudan eylem ile kurulan şimdilerin kopuk dizgesinden ziyade geçmiş-şimdi-gelecek arasında değişim-akış minvaliyle oluşan deneyim alanlarıyla sürekliliğini oluşturur.
Eğitim yalnızca öğrencileri pasif bilgi alıcıları rolüne mahkum edilmiş olmaya zorlamamalıdır. Bu nedenle okullar ve eğitim, beyni yıkanmış robotlar değil, dünyayla diyaloğa dayalı bir şekilde ve bireysel varoluş amacına uygun olarak mesken alanının uyumuyla ilgilenen varoluş emekçileri üretmelidir. Sürekli kendini yeniden yaratma çabası, amaçların ve anlamın paylaşılmasını gerektirir; yaşadığı yerle tam olarak ilgilenmeyi, varoluşsal amacı ve sürekli değişim farkındalığını içerir. Bu yeniden yaratma ve varoluşçu emek fikri, geleneksel eğitim modeliyle tezat oluşturuyor. Geleneksel eğitim modeli, öğrencileri, sınıfta pasifleşmiş, okulda olmanın anlamından kopmuş, tarihsel verilmişlik ve beyin yıkamaya karşı savunmasız hale getiriyor. Böylesi bir durum olmadığı gibi olan ve olduğu gibi olmayan bir varlık olarak ele alınan insanın kendi-için-varlık biçimiyle bilinçli eylemleri varoluşa doğrudan katılımı gerektirir. Doğrudan katılım, bir varoluş doluluğu ya da mekansal belirlenimden öteye geçerek yalnızca sınıf-içinde-olan değil, sınıf-içinde-eyleyen karakterine sahip öğrencilerin yetişmesi ve bu öğrencilerin varoluşsal anlamsızlıklarını ortadan kaldırmak için bir mücadeleye girişmelerini önceler.
Kurumsallaşmış okullar, öğrencileri sınıf içinde kendi-için-varlık biçiminde yaşayıcılar olma deneyiminden uzaklaştırarak onları pasifize etme eğilimindedir. Geleneksel sınıflar, asıl nesneler olan sınıf arkadaşları yerine öğretmene, sahneye veya tahtaya yönlendirilmeye öncelik verecek şekilde tasarlanmıştır. Bu tasarım, öğrencilerin arkadaşlarının yalnızca enselerini ve sırtlarını görmelerine olanak tanır ve bu da onların mümkün olan en kapsayıcı öğrenme potansiyeline engel teşkil eder. Eğitimciler önemli bir bilgi ve deneyim kaynağı olmakla birlikte, öğrenciler de oyun oynamayı, etkileşimde bulunmayı, konuşmayı, küfretmeyi, kavga etmeyi, araçları kullanmayı ve işbirliği yapmayı birbirlerinden öğrenirler. Öğrencilerin oluşturduğu bilgi kaynaklarının sayısının öğretmenlerinkinden çok daha fazla olması bunu geçerli bir argüman haline getirir. Bir diğer deyişle, bu durum, okula gelirken kendilerine ait kültürel bagajlarıyla, öğretmenlerin sağlayacağı kısıtlı ve tek taraflı perspektifin çok daha ötesine geçilmesini mümkün kılar. Geleneksel öğretmenlerin endoktrine olmuş zihinleri, öğrencileri özgün, benzersiz ve otantik bireyler olarak yetiştirilmeye yönlendiremeyebilir. Başka bir deyişle, farklı sayıda sınıf arkadaşıyla ve özellikle de akranlarıyla etkileşimde bulunmak, kişinin ufkunu genişletmesine ve öğretmenin hakim olduğu okul ortamının ötesinde öğrenmeyi geliştirmesine olanak sağlayabilir. Başka türlüsüne değil, belirli bir mekansal duruma yönelme, öğrencilerin pasifize, ezilen ve kopuk yaşayıcılar olmalarına neden olur. Böylesi bir kopukluğun ortadan kaldırılması adına eğitimin tüm fakülteleriyle bütünlüklü bir angajman kurulması açısından hiyerarşideki özdeş özneler olarak öteki öğrencilerin de öğrenme kaynağı olduğunun bilinci, öğretmenlerde de öğrencilerde de oluşturulmalıdır. Zira eğitim yalnızca belirli derslerin, ders içeriği olarak ezberlendiği bir yer olmaksızın kültür öğrenimi, diyalog kurma, empati yapma, topluluk içinde farklılıklara tahammül etme gibi okul ortamının doğası itibariyle farklı kültürel geçmişleri olan insanların bulunduğu farklılıklarla bir arada yaşamanın öğrenildiği bir ortam da olmalıdır. Zira farklılıklar değişimden kaynaklanır, ve değişim kaçınılmaz bir biçimde, öznenin değişimi, nesnenin değişimi ve eylemin değişimi yoluyla süreklidir.
Öğrencilerin varoluş işçisi olmalarını engelleyen bir diğer önemli eksiklik de öğretmenlerin sınıflardaki egemenliğidir. Bu egemenlik sınıfta hiyerarşi oluşturmakla kalmıyor, aynı zamanda öğrencilerin aktif katılımcı olmalarına engel olacak baskıyı üretiyor. Sınıf tasarımı, öğrencilerin çoğunun sarsılmaz bir otorite uygulayan öğretmene yönelik bir yönelimle sessizce bekleyecek şekilde yapılandırılması nedeniyle çoğunluğun sesiyle bir söylemde bulunmaktan caydırıyor. Varoluşsal emeğe yönelik bu kısıtlamalar, sandalyelerin yönünü ve düzenini değiştirerek daha katılımcı bir sınıf ortamı oluşturmak, herhangi bir ek masrafa yol açmayacağı veya aşırı zahmetli bir çaba gerektirmeyeceği için finansal kısıtlamalardan kaynaklanmamaktadır. Aslında öğretmenler her öğrenciden kendi sandalyelerini daha uygun bir pozisyona getirmelerini zahmetsizce isteyebilir. Üstelik öğrencilerden sınıfta fikirlerini daha sık ifade etmelerini istemek de ücretsizdir. Bu halde hiçbir zamansal ve finansal kısıtlaması dahi bulunmayan düzenlemelerle daha katılımcı bir sınıf ortamı oluşturulmaması bir tercih olmaktan başka türlü yorumlanmamalıdır, zira öğretmen aktif katılımcı bir sınıf ortamında otoritesizleştirilecektir. Zamansal ve ekonomik bir gereksinimi olmamasından kaynaklı olarak uygulanması sonucunda öğrenciyi daha katılımcı hale getirecek değişikliklerin gerçekleştirilmemesi öğretmenin otoritesinden vazgeçememesinin bir göstergesidir. Varoluşsal olarak ilgi çekici bir sınıf alanı yaratmanın bir başka yolu, onu zorunlu bir hapishane yerine bir mesken ortamını teşvik edecek şekilde dekore etmektir. Sınıfların, “zorunlu hapishaneler” yerine daha “bireyselleştirilmiş bir ev” haline getirmek amacıyla dekore edilmesinin mali açıdan zorlu olduğu (çünkü sınırlı erişimle kötü koşullara mahrum bırakılmış öğrenciler ve okullar vardır) ancak hali hazırda mevcut olan materyallerin manipülasyonunun bakış açısı değişikliğinden başka bir şey olmadığı ileri sürülebilir. Sınıfın dekore edilmesine karşı olan argüman, ekonomik olarak tüm öğrencileri kapsamadığı düşünüldüğünde meşru olabilir. Her insan varoluş işçisidir, bundan dolayı maddi nedenlerle ortaya çıkacak erişilebilirliğin hiç kimseye karşı engelleyici bir unsur olmamasına dikkat etmeliyiz. Böylece kendini gerçekleştirmek isteyen öğrencilerin ekonomik sebeplerden önünün kesilmesi durumu da en aza indirilmeye çalışılacaktır. Bu nedenle öğretmenler, sandalyelerin yönünü değiştirmek ve öğrencilerin konuşmasına izin vermek gibi, verilen koşulları en az miktarda mali taleple değiştirmeye teşvik edilmelidir.
Kurumsallaşmış okulların yarattığı ortak söylem, öğrencileri tarihsel verilmişliği ve öğretileri kabul etmeye karşı savunmasız hale getiriyor. Tarihsel verilmişliğe ilişkin baskın anlayış, kişinin bireysel deneyimlerini ve dünya algısını belirleyen tarihsel, kültürel ve geleneksel bağlamın, öğrencileri ancak ve ancak verilmişliğe dair eleştirel bir farkındalık geliştirmedikleri takdirde beyinlerinin yıkanmasına karşı savunmasız hale getirebileceği fikridir. Kurumsallaşmış eğitim sisteminde öğrenciler -özellikle küçük yaştan itibaren- genellikle geleneksel, kültürel ve tarihi normlara ve ahlaka uygun şekilde eğitilirler. Zira müfredat, okulların yapısı, öğretmen seçimleri, öğretmenlerin tavırları, ceza sistemleri, kıyafet kuralları vb. gibi öğrencinin “normlar” olarak görüp örnek alması için titizce hazırlanmış sistem, onları verilmişliği kabul etmeye zorlayacaktır. Böylesi bir zorlamanın kaçınılmaz olduğu sistemlerde, beyin yıkamanın daha kolay gerçekleşmesi için, çocukların eleştirel düşünceden yoksun olduğu ve kendilerine öğretilenleri sorgulamadan kabul ettikleri bir ortam kurulması amaçlanır, bu da ancak ve ancak öğretmenlerin mutlak otorite sahibi oldukları durumda gerçekleşebilir. Böylesi bir fikir ve kültür dayatması, müfredatı oluşturma gücünü elinde bulunduran yönetici sınıf tarafından gerçekleştirileceği için değişimi değil, gücü muhafaza etmeyi amaçlayacak biçimde tasarlanmıştır. Ancak beyin yıkamaya karşı savunmasız olma durumu, tarihselliğin gerekliliği nedeniyle tamamen göz ardı edilemez. Dil, günlük pratikler, mevcut teknoloji vb. gibi bireylerin hayatlarını kolaylaştırabileceği unsurlar nedeniyle tarihsel verilmişliği benimsemek gerekir. Tarihsel verilmişliğin faydalarının radikal bir şekilde olumsuzlanması, bireyin günlük yaşamını karmaşıklaştırabilir. Örneğin herkes -bireysel katkıları küçümsemeden- önceden oluşturulmuş dilleri, önceden oluşturulmuş yöntemlerle kullanır. Türkçenin tarihsel varlığı bu makaleyi yazmamı sağlıyor. Bununla birlikte, tarihsel verilmişlik kolaylıkla verili kültürel, normatif ve geleneksel koşullar altında sıkışıp kalma hissine yol açabilir. “Tarih, vardığımızda elimize geçen şeydir” (Ahmed, 2007, s.154), ancak geleceği değiştirecek de yine bizleriz. Bu özel durumda eğitimcilerin öncü rolü, öğrencilerin tarihin ne kadar akışkan ve değişken olduğunun farkına varmalarını sağlamaktır. Kimse geçmişi değiştiremez, verili koşullar bilincimizi oluşturur ancak geçmişin dinamizmini öğrenmek, tarihin değişimlerini geleceğe yansıtarak bir umut ve varoluş işçisi olma amacına sahip olmamızı sağlayabilir. Bu nedenle gelecekteki değişikliklere yönelik öngörü önemlidir. Bilinçli deneyimlerimizin öngörüsel ayrıcalığı önalgıyı içerir. Karl Marx’ın söz konusu alıntısı, önalgıyı bir bakıma bir mesken alanını inşa edilmeden önce tahayyül etme yeteneği olarak tanımlıyor. Bu yetenek mihenk taşımızdır zira yeni bir mesken inşa edildiğinde oryantasyonun potansiyel olarak nasıl oluşacağını öngörmek için kendimizi geleceğe yansıtmamıza olanak tanır.

2) Önalgı
Marx’ın söz konusu alıntısı, aslında bir varlığın var olmadan önce hayal edilmesi konusundaki çok önemli bir argümana dikkat çekmektedir. Bu, insanların sürekli bilinçli deneyim akışının öznesi olması ve mesken alanımızda olup bitenleri gözlemlemenin sonucu olarak önalgıya olanak sağlaması nedeniyle son derece önemlidir. Sürekliliğin bir gelecek ve geçmişin önkoşulu olması nedeniyle, gelecekteki olayları “şimdiden-itibaren” perspektiften öngörmemize olanak sağlar. Önalgı, gelecekte bir olayın gerçekleşmesini bekleyerek, gelecekteki beklenti ve arzuları daha sonraki bir anda birleştirmeye yönelik bilinçli bir eylemdir. Gelecek ve geçmiş kavramlarının insan bilincinde varlığı ancak zamansallığın sürekliliği ile mümkündür. İnsanların gelecek zamanları tahmin etmesi, ancak ve ancak zamanın kiplerinin sürekliliği ve her olayın sürekli olarak geçmişe kaymasıyla garanti altına alınabilir. “Önalgı, yaşayan şimdiki zamanın önemli bir parçasıdır. Ön-şimdi, şimdinin yanıbaşında sürekli olarak mevcut olan şimdidir ve aynı zamanda şimdiki zamanı yakın gelecekte hazırlayan da budur” (Husserl, 1964, s. 18). Husserl’in önalgı kavramı, bilincimizin geçmiş deneyimlerimizden yararlanarak geleceği nasıl öngördüğünü ve hazırladığını anlamamızı sağlar, üstelik bu yalnızca bir öngörü değil aynı zamanda beklentidir de. Önalgı aracılığı ile geçmiş deneyimlerimize dayanarak gelecekte neler olabileceğine dair tahminlerde bulunabiliyoruz ve bu da zamanı birbirinden kopuk anlar dizisi olarak değil, sürekli bilinçli deneyim akışı olarak deneyimlememize yardımcı oluyor. Anılarımız sadece geçmişin statik anlık görüntüleri değildir; mevcut ve beklenen deneyimlerimizin ışığında sürekli olarak yeniden yorumlanır ve yeniden bağlamlandırılır. Husserl şöyle yazıyor: “Önalgı ve bellem, geçmişin yalnızca geleceğin ışığında oluşturulduğu ve yalnızca geleceğin geçmişe gerçek anlamını vereceği şekilde birbiriyle ayrılmaz bir biçimde bağlantılıdır” (Husserl, 1964, s.19).
            İnsanlar zamanın akışını kavramak için çevrelerindeki değişikliklerden çıkarımlar yapma eğilimindedir—günlük ve mevsimsel doğal döngüsel hareketlere göre mekanik bir zaman ölçüsü belirlemek gibi. Herakleitos’a göre “değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” (aktaran Kirk, Raven ve Schofield, 1957, s. 67). Dolayısıyla bilinçli varlıklar, istikrarlı süreklilikte meydana gelen değişimleri gözlemlemeye, varoluşa katılımları sebebiyle zorunda bırakılırlar, böylece değişim beklerler ve bazı değişimlerin ne zaman gerçekleşeceğini tahmin edebilir ve buna bağlı olarak da belirli değişikliklerin meydana geldiğinde sonuçlarının da aynı olması beklentisine girilerek önlem alma, teknoloji üretme ve anlamlandırma süreçleriyle angaje olurlar. Tekrar eden doğal olaylar, yukarıda Marx’ın belirttiği gibi insanların teknoloji üretmelerine ve teknoloji üretimiyle de geçim kaynaklarının oluşturulması sonucu varoluşsal emeklerini başlatmaya sebep olur. Bununla birlikte, anlamlandırma süreçleri de böylesi tekrarlardan sebeptir,[14] tekrarlar değişime ve değişim de, değişimden referans alınarak beklentilerin anlamlandırılmasına yol açar. Bu olguya önalgı denir. Önalgı, “temel izlenimlere dayalı biçimde, zamansal nesnelerin yaşantı akışına yönelmektir” ve önalgının devamında beklenti aşamasında da bilinç “gelecekteki içkin içeriği şimdide canlandırmaktadır” (Tarhan, 2018, s.72). Bu canlandırma zamansal bütünlüğün kurulmasında başat rol oynar. Önalgı, bilinçli insanın sadece yaratılmak istenenin zihinsel bir görüntüsünü oluşturmasına değil, aynı zamanda bu zihinsel görüntüleri, insanın zihinsel olarak yarattığı kavramların aracısı olarak hayal gücünde oluşturduğu soyut kavramlara hizmet edecek şekilde tasarlamasına da olanak tanır. Mesela insanlığın yarattığı eğitim sistemleri, dinler, devletler gibi sistemlerin büyük bir kısmı zorlu bir zihinsel çalışma sonucunda oluşturulmuştur. Sonucunda da sırasıyla eğitim için okullar, inanç sistemleri için tapınaklar ve devletler için sınırlar da aracılık eden zihinsel tasarımların materyal düzeye yansıyan ürünleridir.
Marx’ın alıntısında, bir varoluşun kurulmadan önce hayal edilmesine ilişkin vurgu özellikle eğitim bağlamıyla ilgilidir zira eğitimin amacı öğrencileri henüz deneyimlemedikleri bir geleceğe hazırlamaktır. Önalgıyı benimsemek, öğretmenlerin ve öğrencilerin henüz var olmayan bir geleceğe hazırlanmalarına olanak tanır. Dersler öğretmenler tarafından sınıfta beceri geliştirme, hedef odaklılık, uyum sağlama, ilerlemecilik, yaratıcılık, hayal gücü ve iletişimi içerecek şekilde tasarlanabilir. Önalgı sadece geleceği kapsamakla kalmaz, aynı zamanda geçmişe -geçmişe yönelik yargılara- içsel olarak bağlıdır. Dolayısıyla, bize geçmişin varlığını öğretir ve (değiştirilemez olmasına rağmen) kendi içindeki dinamizm, tarih ve hayal gücü üzerine eleştirel düşünümler sayesinde kaçınılmaz olarak dinamik bir gelecek inşa edebileceğimizi gösterir. Tarihin sürekli bilinçli deneyim akışlarından kaynaklı değişimlerin bütünlüklü bir resmi olduğunu kavrayıp, bilincin beklentisini ve önalgıyı kullanarak kaçınılmaz olarak dinamik bir gelecek inşa edebiliriz. Öğrencilerin bir farkındalık geliştirmelerine yardımcı olmak öğretmenin sorumluluğundadır, çünkü insanlar tarihin dışındayken onun dinamizmini algılaması o kadar da zor olmayabilir ancak onun içindeyken -şimdide yaşayarak ve onun öznesi olarak- zamanın ve dünyanın dinamik doğasını ve sürekli değişimini subjektif yargılar ve duygular nedeniyle göremeyebilir.
Önalgı, öğrencileri sadece geleceğe yöneltmekle kalmıyor, aynı zamanda hayal güçlerini de genişletiyor.[15] Karl Marx’ın alıntısı doğrultusunda, insanlık (sadece öğrenciler değil) hayal etme yeteneğiyle diğer canlılardan ayrışıyor. Buna göre henüz gerçekleşmemiş bir gelecek hakkında bilinçli düşünümü içeren önalgı, hayal gücünün gelişimini teşvik eder ve besler. Ancak -gelmekte olan gelecek- yalnızca var olmayan bir şeye değil, bilinçte ön-şimdilerin bilinçteki tasarımı ile materyal dünyanın uyumlanmasına da işaret eder. Var olmayan bir aktüelliğin, bilincin biricik bir tavrından dolayı şimdileştirilmesi, geçmişten gelen değişim-akışının ön-şimdide bizzat öznesi olma durumudur. Bu nedenle Marx’ın önceki alıntısında vurgulanan benzerliği yaratan, mesken alanıyla karşılıklı iç içelik ve sürekli angajman, geleceği önceler, hatta angaje tavır, geleceğin ön-şimdide tasarlanmış biçimine benzetme istenciyle güvencesini oluşturur. Dolayısıyla insan, mevcut varlıkları algılar ve yaratabileceği geleceğe önalgıda bulunur. Henüz gerçekleşmemiş bir şeyi gelecekte bilinçli olarak görselleştirme yeteneği, yaratıcılığı ve soyut düşünceyi geliştirebilir. Bu görselleştirme yalnızca bir binanın inşasında rol oynamakla kalmayıp aynı zamanda matematik, felsefe veya teoloji gibi yalnızca soyut alanlarda var olan disiplinlerde de kolaylık sağlayabilir. Gelecek odaklı yaklaşım, daha önce de belirttiğimiz gibi, bir hedefe doğru ilerlemeyi, dolayısıyla geleceğe hazırlanmanın aynı zamanda uyum sağlama yeteneğini geliştirmeyi de içerdiğini gösteriyor. Büyüme geriye doğru gerçekleşmediğinden gelecek odaklı olmak insanlar için her zaman yapıcı olacaktır.
Emek, bu yazının başında da açıklandığı gibi, doğayla iç içe olmayı gerektirir. İnsanlar işçiliği doğadan öğreniyor ama doğa bunu insanlardan öğrenmiyor. Dolayısıyla insan-doğa ya da doğal koşullar arasındaki ilişki, yukarıda detaylı olarak incelendiği gibi (mesken alanı da dahil), insanın varoluşunun ilk anlarından bu yana olağanüstü bir öneme sahiptir. Emek etrafımızdaki dünyayı dönüştürüyor ve dolayısıyla dünya da bizi karşılıklı olarak dönüştürüyor; buna karşılıklı angajman durumundan dolayı komutualite de diyebiliriz. Burada karşılıklı etkileşim, insan ve doğanın birlikteliği ve karşılıklılığı anlamına gelir. Eğitim bağlamında bu etkileşim sınıf içinde gerçekleşir. İnsan, sınıf ortamında geleceğe yönelik bilinçli üretim yaparak hayvanlardan ayrışmanın en büyük adımını atar. Bu üretim farklılık gösterebilir ve alıntıda belirtildiği gibi bir bina inşa etmek gibi fiziksel bir üretim olmayıp değerler, fikirler, saygı, empati ve diğer soyut özelliklerin üretilmesi gibi daha kavramsal bir biçim de alabilir. Bizi hayvanlardan ayıran tek şey emek vermek değildir; çünkü emek, bal üreten arılar gibi başka organizmalar tarafından da gerçekleştirilir. İnsanı diğer canlılardan ayıran şey, ne tek başına bilinç ne de emektir; bilinç, emek ve hayal gücünün birleşimini içeren, geleceğe yönelik bilinçli önalgılardır.
Yukarıda da anlatıldığı gibi emek, salt bir kavram olmaya indirgenmişlikten öteye, kendi içinde detaylandırılarak geçer. Her ne kadar emek ve bilinçle insanı hayvanlardan ayırmaya kalkışmış olsak da bu ayrım yeterli değildir, çünkü bir kere öksürmek insanı hasta etmez, bir kere resim yapmak insanı sanatçı yapmaz— burada tekrarlanan eylemler gereklidir. Bu bize Aristoteles’in[16] alışkanlığını[17] hatırlatabilir (çünkü oldukça benzer kavramlar) ama yine de özünde aralarında büyük farklar barındırırlar. Burada tartışılan eylemlerin tekrarının hiçbir ahlaki bağlamı yoktur; çünkü bir kez cinayet işlemek kişiyi katil yaparken, bir kez antrenman yapmak kişiyi futbolcu yapmaz. Eylemlerin ahlaki boyutu, öznenin kendini var edebilmesi sürecinde bu metinde derinleştirilmeyecektir. Zira ahlaki yönlendirmelerle bir telkinde bulunulmadığını, varoluş işçisi olacak kişinin bilinçli olarak bireyselleştirilmiş eylemleriyle gerçekleştiğini vurgulamak gerekir. Eğitim, Aristoteles’in iddiasının aksine, bireyi ahlaklı bir insan olmaya yönlendirmek için tasarlanmamalıdır; eğitim, doğayla ve sınıf arkadaşlarıyla empati kurarak, bilinçli düşünümlerde bulunarak, geçmişin donuk ama kendi içinde dinamik olduğunu kabul ederek, her şeyin değişebileceğini bilerek, ileriye dönük bir tutum benimseyerek bireyin kendi ahlaki sistemini geliştirmesine olanak sağlamalıdır. Emek sürecindeki herhangi bir sorun nedeniyle hayal edilenin tam olarak hayal edildiği gibi üretilememesi nedeniyle eğitimin amacı, öngörülen ve gerçekleşen ürünler arasındaki uyumluluğu artırmak olacaktır. Bu nedenle öğrenciler, ahlaki temsilciler olmak yerine, hayal edilen ve gerçek ürün arasında benzerlik elde etmek için sınıfta hayal gücünü kullanmalıdır. Hayal edilen ile aktüel olarak inşa edilen ürün arasındaki uyuşmazlıklar ise, öznelerde yabancılaşma hissine sebep olacağı için varoluşsal emeğin rolü önem kazanacaktır.
Bir eylemi bir kez, hatta birkaç kez yapmak, kişiyi o konuda usta yapmaz. Aslında eylemi sık sık yapmak bile kişiyi o alanda usta yapmaz. Bireyin belirli bir alanda usta olabilmesi için yıllar süren bir çaba harcaması gerekir ve bu çabanın sonucu kişiye yalnızca o alanda ustalık getirecektir. Ustalığa giden yol zorlu olabilir, sabır ve disiplin gerektirebilir ve bu ancak anlamlı bir eyleme ve angajman süreciyle başarılabilir. Öznelerin birçoğu böylesi neredeyse görünmez değişimlerle kendini tekrar eden eylemlerin anlamının silikleşmesi hissiyle önce emeğine sonra da bizzat kendi özne varlığına yabancılaşmaktadır. Başlangıçta, ustalığa ulaşmak için gereken becerilerin öğrenilmesi, temel matematik işlemleri ve okuma ile mücadele eden yeni öğrencilerde olduğu gibi, önemli zorluklar yaratabilir. Ancak harcanan zaman ve emek arttıkça zorluklar kolaylaşır ve genel arayış, öğrenmeye devam ederek önem kazanır. Bir beceride ustalaşma süreci, yapılan eylemlerle anlam kazanır. Üstelik ustalık düzeyi, eylemlerin performansını parçalı performanstan bütünlüklü performansa yükselterek kalitenin artmasına olanak tanır. Bir diğer deyişle, okuma, büyük yazı tipi boyutundaki harflerin ağır ağır seslendirilmesinden zorlu bir metnin satırları arasında otomatik olarak dans etmeye doğru ilerlerken, ustalığa doğru gelişen bir becerinin bir örneğidir; örneğin Raskolnikov’un kaderini keşfetmek için Suç ve Ceza’yı merakla okumak gibi. Temel okuma becerilerinde ustalaşmaya çalışan biri Suç ve Ceza’yı okuyamayacaktır zira Suç ve Ceza’nın okunması ve anlaşılması bütünlüklü ve ustaca bir okuma-emeği gerektirir. Picasso’ya ithaf edilen bir hikayeye göre, bir restoranda bir kadın ona yaklaşıp peçeteye bir şeyler karalamasını istemiş, o da 30 saniyede yaptığı bir karalama için 10.000 dolar istemişti. Karalamayı sipariş eden kadın, 10.000 doların 30 saniyede çizilen bir resim için çok fazla olduğunu iddia ettiğinde Picasso şöyle cevap vermiş: “Hayır, bunu yapmak benim 40 yılımı aldı” (McCormack, 1984). Usta olmak, Suç ve Ceza kitabını okumak, peçeteye karalamak gibi yapılan eylemler anlamsızlık duygusunu ortadan kaldırmayı ve sürekli pratik yapmayı gerektirir zira tekrarlanan bazı eylemler materyal bir sonuç vermediğinde, öznede boşa harcanan zaman ve emek olarak karşılık bulabilir. Tekrarlanan eylemler hızlı bir şekilde okuyup anlamamızı ve otomatik olarak çizim yapmamızı sağlar. Burada tekrarlanan bilinçli emek bizi diğer türlerden ayırıyor. Eylemlerin tekrarlanmasına rağmen değişim deviniminin içinde olduğunun bilincinde olmak bu emek türünü, tekrarlanan emek’ten tekrarlanan bilinçli emek olmaklığa yöneltir, zira hiçbir eylemin tekrarlanması mümkün olmamasına rağmen isimlendirme biçimi olarak aynılığın söz konusu olduğunu yukarıda tartışmıştık. Ancak eylemlerin sürekli tekrarını sürdürmek ve geleceğe yönelik hedeflerin peşinde koşmak için bir raison d’être ihtiyaç vardır. Eğitim kurumları, anlamlı tekrarlar sağlamak için öğrencilere günlük eylemlerine, emeklerine ve varoluşlarıyla angajmanlarına nasıl özdüşünümde bulunacakları konusunda destekte bulunmalıdır. Aksi halde öğrenciler tekrarlanan eylemlerin amaçsızlığından kendilerine ve emeklerine yabancılaşabilirler.

3) Yabancılaşma
Karl Marx, Kapital’in ilk cildindeki son bölüm olan “Modern Kolonicilik Teorisi” başlıklı teorisine şu cümlelerle başlar, “Politik ekonomi, biri üreticinin kendi emeğine, diğeri başkalarının emeğinin kullanılması ilkesine dayanan çok farklı türden iki özel mülkiyet şeklini birbirine karıştırmaktadır. Bunlardan ikincisinin yalnızca doğrudan birincisinin antitezi olmakla kalmayıp, mutlaka onun mezarı üzerinde büyüdüğünü de unutmaktadır” (Marx, 2003, s.659). Böylesi bir, ötekinin mezarı olma ezen-ezilen ilişkisinin, 2024 yılında da benzer bir tavırda seyretmesi hala geçerli bir argüman olacakken, kolonicilik, kölecilik ve sömürgeciliğin şiddet ve insan haklarını doğrudan hedef alan biçimlerinden daha gizli ve kurnaz bir tavra evrildiğini söylemekte fayda vardır. Öyle ki, başkalarının emeğini kullanarak ötekisinin mezarı üzerinde yükselinmesi durumu 21. yüzyılda, metaforik bir anlatımın yansıması olacaktır. Bu durumun metafora indirgenmiş olması, sömürgeciliğin ortadan kalktığı anlamına gelmemektedir. Zira, emek sömürüsü, savaşlar, hakların gaspı, düşük maaş ile insanca yaşamdan uzaklaşma, ek işte çalışmaya zorlanma, yüksek vergi ödeme, soykırımlar gibi başka formalara evrildiğini söylemek gerekir. Böylesi bir sömürü sistemi içinde, başkalarının emeğini kullanarak yükselen özne, örtük bir biçimde kalacaktır. Bu örtüklük, ezen-ezilen döngülerinin çoğalması ve sürekli yeniden üretilmesinden dolayı, kim tarafından sömürüldüğünün dahi farkında olmayan emekçileri doğuracaktır. Sömürüldüğünün muhakkak farkında olan, ancak kim tarafından sömürüldüğünün bilincinde olmayan emekçi de, ya alt-ezen olmaklığa ya da kendine yabancılaşmaya zorlanacaktır.
Alt-ezen döngüleri, güç dengelerinin ikircikli yapısının toplumun her katmanı için yeniden üretilebilme özelliğine işaret eder. Zira belirli konularda ezen-ezilen ilişkisi, aynı ezilen öznenin öteki toplumsal alanlarda ezen rolünü üstlenmesiyle yayılır. Müdürü tarafından ezilen öğretmenin, sınıfta öğrencilerini ezmesi; sınıfta öğretmeni tarafından ezilen öğrencinin, kendinden yaşça küçükleri ezmesi gibi süregiden birer alt-ezen döngüleri yeniden kurulabilir. Freire “mücadelenin ilk aşamasında ezilenler, özgürlük için çabalamak yerine kendilerini ezen ya da ‘alt-ezen’ olmaya yöneltir” der (2000, s.45). Böylesi bir durum öznenin kendini ikircikli bir tavrın, duruma göre biçimlenmesi koşuluyla, iki tarafına da ait ancak sürekli taraf değiştirdiği için de aidiyetsiz hissetmesine sebep olacaktır. Bu aidiyetsizlik, kendilik bilinci oluşumuna engel teşkil edecek ve eylemlerinin temellendirilmesi bakımından öznenin kendi sosyal konumuna yabancılaşmasına sebebiyet verecektir. Alt-ezen döngülerinde, olmadıkları gibi olan ve oldukları gibi olmayan öznelerin deneyimledikleri eylemlerle tanışıklık geliştirmesi ve ezen rolünü terk etmesi varoluş işçisi olmak için atılacak önemli bir adımdır. Eğitim, “ezenlerin ezenleri haline gelmemeye, aksine her ikisinin de insanlığını yeniden canlandırmaya” yardımcı olmalıdır (Freire, 2000, s.44). İşte burada, eğitimin her çeşidinin (kurumsal eğitim, online eğitim, seminerler, propaganda, bültenler, gazete, dergi, televizyon ve sosyal medya) insanlığın koruyucusu olarak öznelerin yabancılaşmasını önlemesi gerekmektedir. Ezen-ezilen ilişkisinin kurulması “ezme” eyleminin tekrara dayalı bir tavrı olduğu için varoluş işçisinin, ezme-yeniden ezme şeklinde ilerlemektense yeniden kurulan ezme eyleminin daha yıkıcı bir biçime bürünmesinin farkındalığı ile özneler yabancılaştıracaktır. Bir diğer deyişle, ezme eylemi tekrarlanmadığı için, ezme eyleminin oluşu işçiyi-sömürme, sömürülmüş-işçiyi-sömürme, sömürüldüğü-için-güçsüzleşen-işçiyi-sömürdüğü-için-güçlenen-olarak-sömürme şeklinde kontrolsüz bir biçimde genişleyen bir döngüselliğe girecektir. Hiçbir eylemin tekrar etmiyor oluşu, bu durumda sömürme eyleminin tekrar etmemesi şeklinde değil, aksine güç dengelerini daha da bozarak şiddetlenmesi şeklinde anlaşılacaktır. Varoluş işçisi, eylemlerin tekrarlanmaması kavramını, sömürünün tekrarlanmayacağı fikrini aşılamaya çalışarak çarpıtanlara ve eylemleri tekrarlamanın değerini keşfeden bireylerden yararlanmak isteyenlere karşı temkinli olacaktır.
Varolmak için emek sarf edecek öznelerin, egemen sınıf tarafından tam da bu özellikleri sömürülmek istenecektir. Bunun önlenmesi için her şeyin değişimin konusu olduğu gerçeği ve gücü elinde tutmak istediğinden dolayı muhafazakar olan egemen sınıf varoluş işçisinin diğer tüm özelliklerini benimseyip, statükonun korunması noktasında varoluş işçilerine kaderci bir anlayışı benimsetmek isteyecektir. Kaderci anlayışın benimsenmesi değişim-akış minvaliyle örtüşmediği için eylemlerin, öznenin ve nesnenin de değişmezliği çıkarımına varacak şekilde kişiyi varoluşuna yabancılaştıracaktır. Özne, kendi varoluşunu kendi başına yaşar. Yukarıda tartışıldığı gibi, varoluş işçisi olmak da egemen güçlerin manipülasyonları ve endoktrinasyonlarıyla dayatılan kendilik bilincinden uzak, eyleyerek ve varoluşa doğrudan katılımla gerçekleşecektir. Varoluş işçisi yüksek bir istençle kendi varoluşunu eyleyecek ve emek sarf ettiği işinde ustalaşacakken, onu insandışılaştırarak varoluşsal emeğini sömürmek isteyecek birçok unsur olacaktır.
Emek sömürüsünün doğrudan öznesi olmayan ve bu sebeple yabancılaşmayan varoluş işçilerinin, değişimin özündeki tüm unsurların da değişim-akışına tabii olduğu nüansını içselleştirememesinden dolayı, sanki defalarca aynı eylemi tekrar ediyormuş gibi emek-özne bağlamında da yabancılaşması söz konu olabilir. Zira, hergünkülük minvalinde el-altında-olanlarla Daseinsal olmayan münasebetimizde “tüm bunları kendimize neden yaptığımızı sorma ihtiyacı duymadan yaparız. Yaptığımızın farkındayızdır ama nedenlerini sormayız” (Freire, 2000, s.158). Böylesi bir eylemlerle ya da varlıklarla el-altında-olan olarak girilen angajmanda, tekrar etmeler, eylemin kendine yoğunlaşan bir düşünümden uzaklaşarak eylemin aracılığını yaptığı başka amaçlara yönelecektir. Eylemin gerçekleştiği şimdinin içine gömülü olup, varoluşun değişim-akışı içindeki yakalanabilen biricik zamansal tutumunu—şimdiyi ve şimdide-olanı hergünkülük minvalinde deneyimlemekten yoksunluk, deneyimin oluşması için gerekli eksistansiyellerin dikkate alınmaması sonucu yabancılaşmaya sebebiyet verecektir. “Tam da en kayıtsız ve en dişe dokunmayan hergünkülük içindeyken Dasein’ın varlığı çıplak bir ‘zaten şu olduğu ve böyle olmak zorunda olduğu’ ile ansızın ortaya çıkıverebilir” (Heidegger, 2022, s.212). Öyleyse hergün yeniden katılım gösterilen sıradan varoluşsal angajman ve anlamlandırma süreçleri üzerine düşünüm gerçekleştirilmeyişi, bir eksistansiyel olan hergünkülüğü, yabancılaşmanın asıl sebebi haline getirecektir. “Toplumsallaşmamız boyunca öğrendiğimiz bilgi parçalarının otomatik alışkanlıklara dönüşmesi temelinde hareket ederiz. Bu şekilde hareket ettiğimiz için de zihinlerimiz epistemolojik olarak çalışmaz” (Freire, 2000, s.158). Freire’nin yukarıdaki alıntılarında vurgulamak istediği argümanlar, özünde varlığın ve eylemlerin bütünlüklü angajmanının ancak düşünümle varoluşsal olarak devamlılığı olan bir anlamsallığa sahip olacağıdır. Yukarıda önerilen, eylemlerin tekrarlanmasının imkansızlığını içeren argümanlar, Heidegger’in el-altında-olan ve mevcut-olan kavramları arasında varoluşsal düşünüm ile geçişliliğin sağlanması şeklinde yorumlanabilir. Burada tartışılan argüman, eylemlerin ve deneyimlerin birer düşünüm konusu edinilerek ve teorik biçimde ele alınmadığı takdirde mutlaka el-altında-olan nesneler olarak kalacağıdır ve bu el-altında-olan olarak kalmaklığın hergünkülük minvalini değişim-akış minvalinin mâni-olucusu olarak açımlayacağı yanılgısına sebep olacağıdır. Mevcut-olan,[18] eylemlerin ve nesnelerin teorik olarak neliğinin araştırılması olması bakımından tekrarın imkansızlığı unsurunu bilinçli bir biçimde keşfetmeyi sağlayacaktır. Bu keşfetme süreci kişinin kendi mücadelesi ile gerçekleşeceği için, bilinç süreci olarak eylem ve deneyimlerin el-altında-olan biçiminden mevcut-olan’a doğru bir geçiş tavrının edinilmesi gerekmektedir. Bu durumda, emek, düşünümün nesnesi olması bakımından bir çekice benzer biçimde yorumlanmıştır, zira çekiç de emek de sürekli bir gündelik pratik amaçlar ya da kullanışlılık uğruna özüne doğru düşünsel bir yönelimden yoksun olmaklıktan dolayı el-altında-olan olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Bu durumda çekiç, öznenin kullanması amacıyla var olan olarak yalnızca orada-olmaktadır. Benzer bir biçimde emeğin ve emekçi karakterinin ne olduğunun düşünümüne varmayan bir özne de, emek kavramına kullanışlılık ya da bir hedefe ulaşma aracı olmaklıktan öte bir anlam yüklememektedir. Oysa ki, bu satırlarda göz gezdirme eylemi, öncelikle gözün hareketi itibariyle, sonra da zihinsel süreçlerle birer emek türüdür. Ancak, bu cümleyi okuyana kadar, okuma emeği yalnızca “metni bitirmek”, “keyif almak”, “şehrin gürültüsünden uzaklaşmak” gibi eylemi el-altında-olan olmaklığa iten unsurları barındırıyordu. Okuma eyleminin yukarıda belirtilen düşünüş süreçlerinden geçmesi onu eylemin neliğine götürmesi bakımından öncelikle mevcut-olan olarak kavranmasına ve bir tanışıklık geliştirilmesine sebebiyet vermesi bakımından varoluşsal bir angajmanı doğurur. Bu halde, eylemleriyle edindiği deneyimlere karşı tanışıklık geliştiren özne, varoluşsal emeğine yabancılaşmayacaktır ve anlamlı bir ustalaşma sürecine girecektir.
İnsanların varoluşları, bilinçli emek ve yaratıcı düşünce süreçleri ile anlam kazanmaktadır. Marx, Husserl ve Heidegger’in fikirleri ışığında, insanın hayvanlardan farkı, sadece bilinç sahibi olmakla kalmayıp, bilinçli eylemlerle kendi varoluşunu ve çevresindeki dünyayı yeniden inşa edebilmesidir. Bu süreçte, insanların geleceği öngörme kapasiteleri ve hayal güçleri, varoluşlarının temellerini oluşturur. Ancak, modern toplumda emek sömürüsü ve yabancılaşma, bireylerin bu yaratıcı süreçten kopmalarına neden olmaktadır. Marx’ın kapitalizm eleştirisi, işçilerin kendi emeklerine nasıl yabancılaştığını ve bu sürecin modern kolonicilik ve kölecilik gibi örtük yöntemlerle devam ettiğini gösterir. Bu bağlamda, bireylerin özgür seçimlerle kendi varoluşlarını tanımlamaları ve anlam krizine karşı varoluşsal özgürlüklerini savunmaları önemlidir. Sartre’ın varoluşçuluğu, insanların dünyaya atılarak kendilerini belirlediklerini ve anlam yaratma özgürlüğünün, varoluşun temel bir unsuru olduğunu vurgular. Bu süreçte, bireylerin sürekli bir değişim-akış içerisinde olduklarını fark etmeleri ve eylemleriyle kendi varoluşlarını yeniden tanımlamaları gerekmektedir. Eğitim, bireylerin bu bilinçli emek ve yaratıcı düşünce süreçlerini desteklemeli, onları sadece bilgi alıcıları olmaktan çıkararak, aktif varoluş işçileri olmaya yönlendirmelidir. Böylece, bireyler hem kendi varoluşlarını hem de toplumsal yapıları bilinçli bir şekilde inşa edebilirler.

Okuyucuya not: Öyleyse, zihinde tasvir edilen ve tüm şimdilerin parçalı deneyimlerinin değişim-akış minvalinde birleşmesi sonucunda hayal edilmiş olan gelecek ile aktüel-şimdi arasındaki uyuşmazlık oluşması durumunda öznenin değişim ve aynı olmama durumlarına karşı inancının yitirilmesi nasıl önlenecektir?

Kaynakça
Ahmed, S. (2007). A phenomenology of whiteness. Feminist Theory, 8(2), 149–168. https://doi.org/ 10.1177/1464700107078139

Akıllıgöz, Yelda. (2021). Jean-Paul Sartre’da Kendinde-Varlık, Kendi-İçin-Varlık ve Hiçlik Kavramlarının Fenomenolojik Bağlamda İncelenmesi, Academic Knowledge, 5(1), 91- 100. https://doi.org/10.5281/zenodo.6780476

Aristotle. (1999). Nicomachean ethics (W. D. Ross, Trans.). Batoche Books Kitchener. (Original work published 350 BCE)

Freire, P. (2000). Pedagogy of the oppressed: 30th anniversary edition (M. B. Ramos, Trans.; D. Macedo, Ed.). Continuum. (Original work published 1970)

Freire, P. (2022). Kültür İşçileri Olarak Öğretmenler (Ç. Sümer, Trans.; 2nd ed.). Yordam Yayınları.

Heidegger, M. (1971). Poetry, Language, Thought (A. Hofstadter, Trans.). Harper & Row, Publishers. (Original work published 1971)

Heidegger, M. (2001). Being and Time (J. Macquarrie & E. Robinson, Trans.). Blackwell Publishers Ltd. (Original work published 1927).

Heidegger, M. (2022). Varlık ve Zaman (K. Ökten, Trans.; 6th ed.). ALFA Yayınları.

Hoogvelt, A. M. M. (1982). Theories of Social Evolution and Development: The Marxist Tradition. In The Third World in Global Development (pp. 149–170). Macmillan Education UK. https:// doi.org/10.1007/978-1-349-16777-7_6

Heraclitus Quotes. (n.d.). BrainyQuote.com. Retrieved July 2, 2024, from BrainyQuote.com Web site: https://www.brainyquote.com/quotes/heraclitus_107157

Husserl, E. (1964). The phenomenology of internal time consciousness (J. Churchill, Trans.). Indiana University Press. (Original work published 1928).

Johnson, J. (2021, May 25). How the kingfisher inspired a high-speed train. BBC Science Focus Magazine. https://www.sciencefocus.com/science/how-the-kingfisher-inspired-a-high-speed-train/

Kirk, G. S., Raven, J. E., & Schofield, M. (1957). The Presocratic philosophers: A critical history with a selection of texts. Cambridge University Press.

Kropotkin, P. (2001). Karşılıklı Yardımlaşma (I. Ergüden & D. Güneri, Trans.; 1st ed.). Kaos Yayınları.

Labour Monthly, July 1936, pp. 437-442, “Engels and Darwin – Letter to Lavrov,” edited by Dona Torr

Marx, K. & Engels, F. (1845). The German ideology, Part I: Feuerbach. Retrieved from https:// www.marxists.org/archive/marx/works/1845/german-ideology/ch01a.htm

Marx, K., & Engels, F. (1992). Alman İdeolojisi [Feuerbach] (S. Belli, Trans.; Vol. 3). Sol Yayınları.

Marx, Karl. (January 16, 1861). [Letter from Karl Marx to Ferdinand Lassalle, 1861]. Retrieved from https://www.bbvaopenmind.com/en/science/leading-figures/two-clashing-giants-marxism-and- darwinism/

Marx, K. (1867). Capital: A critique of political economy. Volume 1, Part 1: The process of capitalist production. New York, NY: Cosimo.

Marx, K. (1986). Kapital Kapitalist Üretimin Eleştirel Bir Tahlili (A. Bilgi, Trans.; 3rd ed.). Sol Yayınları.

Marx, K. (1992). Capital: A Critique of Political Economy (S. Moore & E. Aveling, Trans.; F. Engels, Ed.). Progress Publishers. (Original work published 1867)

McCormack, M. H. (1984). 1984, What They Don’t Teach You at Harvard Business School. Bantam Books.

Quote Investigator. (2018, January 14). Time Is a Created Thing. To Say “I Don’t Have Time”, is Like Saying, “I Don’t Want To”. Retrieved September 23, 2021, from https://quoteinvestigator.com/ 2018/01/14/time-art/

Sartre, J.-P. (2000). Varoluşçuluk (A. Bezirci, Trans.; Vol. 1). Say Yayınları.

Sartre, J.-P. (2003). Being and nothingness (H. E. Barnes, Trans.; 2nd ed.). Routledge. (Original work published 1943).

Sartre, J.-P. (2007). Existentialism Is a Humanism (C. Macomber, Trans.). Yale University Press. (Original work published 1946).

Tarhan, D. E. (2019). Husserl’in Transzendental Fenomenolojisinde Zaman Bilincinin Kuruluşu ve Bilincin Süreç Kipleri Üzerine. Kaygı, 18(1), 58–74. https://doi.org/10.20981/kaygi.505717

Torr, D. (n.d.). Letters: Marx-Engels correspondence 1875. Marxist. Retrieved March 30, 2023, from https://www.marxists.org/archive/marx/works/1875/letters/75_11_12.htm

[1] Protansiyon, ya da İngilizce, Fransızca ve Almancadaki “protention”, bu metinde “önalgı” olarak Türkçeleştirilmiştir.

[2] Bkz. Engels’in Lavrov’a yazdığı mektup – 12 Kasım 1875.

[3] Bkz. Hoogvelt, A.M.M. (1982). Toplumsal Evrim ve Gelişim Teorileri: Marksist Gelenek (s.149-170)

[4] Doğanın insanlar için olduğunun düşünüldüğü en bariz inanç astrolojidir. Astroloji, bilimsel bir dayanağı varmış gibi görünen ve insanlığı etkilemeyen doğa olaylarının bireysel karakterlerin ve ruh hallerinin üzerinde etkisi olduğuna inanma yanılgısına düşülmesi sonucu ortaya çıkmaktadır. Benzer bir yorumu Marx için de yapmak mümkündür, zira Darwin’in doğal seçilim ve evrim fikrinden etkilenmesi sonucu, güçlünün güçsüzü yok etmesi suretiyle ayakta kaldığını öneren bir teoriyi, ezilenlerin aydınlanması ve ayağa kalkması mücadelesine bilimsel temel olarak alıyor olması bir tartışma sebebidir. Bu noktada evrimleşirken birbirine üstünlük kurup, en güçlü olanın hayatta kalmasının aksine sürekli bir kooperasyon, kardeşlik ve dayanışmanın ön planda olduğunun göz ardı edilmesi Kropotkin tarafından eleştirilecektir. “Doğada farklı türler arasında ve özellikle farklı hayvan sınıfları arasında büyük oranda bir mücadele olsa da, aynı türe ait hayvanlar arasında ya da, en azından, aynı topluluğa ait hayvanlar arasında karşılıklı dayanışmaya, karşılıklı yardımlaşmaya ve karşılıklı savunma­ya da bu mücadele kadar, hatta belki daha fazla rastlanır” (Kropotkin, 2001, s.19).

[5] Bkz. (Heidegger, 1978, p. 350) “Poetry, Language, Thought” metninin “Building Dwelling Thinking” bölümü.

[6] Bkz. “We do not dwell because we have built, but we build and have built because we dwell, that is, because we are dwellers” (Heidegger, 1978, p. 350).”

[7] Karşılıklılık ve mutualite kavramları, karşılıklılığın öznelerin faydalarını gözetmeksizin varoluşsal angajmana dayalı bir ilişkilenme tavrı olması bakımından ayrışmaktadırlar. Karşılıklılık durumunda özneler eylem ve edimlerini bir fayda sağlamak amacından ziyade varoluşa katılım göstermek sebebiyle gerçekleştirirler.

[8] Benzer bir argümanı Freire’den okumak da mümkündür—kendisi tarih tarafından yeniden yaratılırken, aynı zamanda tarihin yaratıcı bir faili haline gelindiğini belirtir (Freire, 2022, ss.121-122).

[9] Değişikliğe karşı direnç gösterenler artık güncel bağlamı kaçırmış olacaktır, ya da (yeterince güçlü iseler) halihazırda bağlamı değiştirici gücün uygulayıcısı olmaklık bakımından ya da kendi dışındakileri değişmeye zorlayıp kendisine benzeterek değişmiyormuş gibi görünebilirler. Ancak bu onların değişmediği anlamına gelmeyecektir, zira gücü elinde bulunduran ve ötekileri değişime zorlayanlar, böylesi bir durumda, ötekileri-değiştirenler olmaklık bakımından değişmiş olacaklardır.

[10] Her gün ofise yürüyerek gidiyorum. Aynı eylemi tekrarladığımda aynı yere varıyorum.

[11] Retention, bellem olarak Türkçeleştirilmiştir.

[12] Kendi-için-varlık, bilinçli, eyleyen, zamansallığı eylemleriyle üreten, varoluşu değillemelerle yeniden kuran, özgürlük bilincini edinen, olmadığı gibi olan ve olduğu gibi olmayan bir varlık türüdür. Ne ise o olan, kendine özdeş olan, nesneler dünyasının temsili olan kendinde-varlığın zıttıdır.

[13] Ötekiyle ilişkisi bakımından değil, kendi-için-varlık bakımından.

[14] Gece ve gündüzün varlığı ile gün kavramının ortaya çıkarılması gibi

[15] Önalgı, ön-şimdilerin, şimdiden-itibaren bakış açısından öngörmemizin gerçekleştirilme biçimi olarak var olur. Hayal gücü ve önalgı ortaklaştıkları birçok unsur olmasına rağmen birbirlerinden farklıdır. Hayal gücü, üzerine düşünüm ile yönelinen bir bilinç eylemiyken; önalgı deneyimin içinde eylem-düşünüm-algı unsurlarının aynı anda cereyan ettiği bir şimdi içinde olmaklık bakımından hayal gücünden farklıdır. Ancak, önalgının varlığının farkındalığı ve doğrudan önalgının kendisi hakkında yönelimsel düşünüm onun hayal gücüne benzer ancak çok daha kapsamlı ve zamansallığı da barındıran işlevine gönderme yapar.

[16] Bkz. Aristoteles’in Nikomakhos Etiği

[17] Aristoteles’in II. Kitabın başında tartıştığı gibi “ahlaki erdem alışkanlığın bir sonucu olarak ortaya çıkar” (1999, s.20). Ancak bu makale erdemi tartışmayı amaçlamıyor ve bizim bağlamımızda “tekrarlanan” eylemlerin amacı erdemli vatandaşlar yetiştirmek değil, bunun yerine kendilerini bilinçli olarak geleceğe yönlendirebilen, tekrarlanan eylemlerini ustalara dönüşene kadar ilerletmek için motivasyon yaratabilen insanlar yetiştirmektir—ustalıklara başladıktan sonra da elbette anlamlı tekrarları sürdürebilen.

[18] Mevcut-olan, mevcudiyet (İngilizce’de presence, Fransızca’da présence) olarak ele alındığında şimdinin içinde inceleme konusu olması bakımından, Heidegger’in meşhur çekiç örneğiyle açıklanabilir. Bir çekici yalnızca el-altında-olan olarak kullanırken onun çekiç olduğunu dahi unuturuz, ancak çekiç kırıldığında onu tamir etmek için onu oluşturan unsurlar artık pratik amaçlardan teorik amaçlara yönelmiş bir biçimde incelenir. Bu incelemeye tabii olan nesneler mevcut-olan minvalindedir.

Kaydol
Her zaman güncel kalmak için e-posta listesine katılın.