Z kuşağı, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en yılgın ama bir o kadar da kararlı direnişlerinden birini ortaya koyuyor. Ülke genelinde milyonlarca insan sokaklarda. Üstelik bu kez gençlerin talepleri, önceki kuşaklardan çok daha farklı ve köklü.
Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının iptal edilmesi ve ardından çeşitli suçlamalarla tutuklanması, halkın büyük tepkisine yol açtı. Ancak bu kez tepki, yalnızca sosyal medyada paylaşım yapmanın ötesine taşındı; halk doğrudan sokağa indi. Kalabalıklar büyüdükçe, çeyrek asırdır bilinçli biçimde sürdürülen “böl ve yönet” stratejisinin kurbanı olduklarını daha açık biçimde kavradılar. Milyonlarca insan sokakta. Ancak örgütlü bir hareket yaratmakta zorlanıyorlar; zira medya, ağır bir bilgi kirliliğiyle felç edilmiş durumda.
Gezi Parkı eylemlerine katılanların büyük bir kısmı, hayatlarının bir döneminde Ecevit’in başbakanlığına tanıklık etmişti. Oysa bugün meydanları dolduran gençler, yaşamları boyunca yalnızca Recep Tayyip Erdoğan’ı yönetici olarak gördüler. Değişim arzularının bu kadar radikal ve devrimci olmasının temelinde de bu gerçek yatıyor.
Çocukluğumuzda bize hep “Türkler misafirperverdir” denirdi. Komşulara ve yabancılara karşı hoşgörülü olmamız öğretilirdi. Türk ile Kürt, Sünni ile Alevi, dindar ile seküler arasındaki farklar bu kadar keskin ve nefret dolu değildi. İnsanlar, birbirlerine yardım etmeyi hem görev hem de erdem sayardı.
Peki, ne oldu da bugün herkes birbirinden nefret eder hale geldi?
Bunun ardındaki felsefi temel oldukça yalın: Türkiye’de bilinçli biçimde sürdürülen “böl ve yönet” politikası. Türk, Kürt’le; Sünni, Alevi’yle; dindar, sekülerle birleşmesin diye yıllar boyunca sistematik olarak karşıtlıklar üretildi, ötekileştirme politikaları sürdürüldü.
Peki, halkın birleşmesini neden istemiyorlar? Çünkü birleştiğimizde, yıllardır süregelen yolsuzlukların, depremde yerle bir olan şehirlerin, büyükşehirlerde bile altyapının çökmesine neden olan sellerin, liyakatsizliğin, adam kayırmanın hesabını sorabiliriz. Tarihte bunun örnekleri var. Ancak egemen sınıf, tarihten ders çıkarma konusunda halktan çok daha pratik davranıyor.
Birleşmemizden korkuyorlar; çünkü meydanlarda artık bozkurt işareti, sol yumruk ve barış işareti yan yana havaya kalkıyor. Polis barikatının önüne gelen semazen “Ne olursan ol, yine gel” mesajı verirken, kalabalık hep bir ağızdan “Ya hep beraber ya hiçbirimiz!” diye haykırıyor. Farklılıklarına rağmen tüm halk, bir araya gelmeye, birbirini kucaklamaya hazır.
Meydanlarda istisnasız her gruba kucak açmak ve bunu bilinçli bir tavır olarak benimsemek şart. Zira LGBTİ+’larla mücadele yılı ilan edenler halk değil; halkı bölmeye, sesini çıkaranı terörize etmeye çalışan egemen sınıf. Bu mücadeleyi sürdürebilmek için tek bir şeye ihtiyaç var: Bölünmemek.
Süreklilik sağlanması ve gerçek sonuçlar alınabilmesi için karşı tarafın yumuşak karnı hedef alınmalı. Tüm bu kaosu yaratanlar, gücü elde tutmak için halkı ezmekten çekinmedi. Neoliberal kapitalist rejimde ise gücün asıl kaynağı paradır. Bu noktada bilinçli ve stratejik davranmak zorundayız.
Tam da bu nedenle bilinçli bir boykot hareketi şart. Yandaş sermayeye ait ürünleri tüketmemek, onların sunduğu hizmetlerden faydalanmamak ve sürdürülebilir alternatifler yaratmak zorundayız. Boykot listeleri dikkatle incelenmeli; halka sırt çeviren işletmelere tek kuruş kazandırılmamalı.
Ancak boykot tek başına yeterli değil. Halk hareketini destekleyen sendikalara, sol medyaya, sansüre uğrayan bağımsız basına ve sokaklarda direnen sol partilere de aktif destek şart. Miting meydanlarında TİP, TKP, SEP, HKP, EMEP, EHP, KÖZ, Sol Parti ve Marksist Fikir Topluluğu’nu görmek umut vericiydi. (Gözümden kaçanları sayamadıysam affınıza sığınıyorum.)
CHP’ye bağış yapmak elbette anlamlıdır; ancak 1,5 milyondan fazla üyesi olan bir partinin ekonomik zorluk çekmeyeceği göz önünde bulundurularak desteğimizi gerçekten ihtiyacı olan yapılarla paylaşmalıyız.
Gelelim Z kuşağına… Gençler, saray rejimine karşı büyük bir öfke duyuyor ama aynı zamanda sahipsiz ve örgütsüzler. Bu örgütsüzlük, yıllardır bilinçli biçimde yaratılan kutuplaşmanın bir sonucu. Sokakta ne yapacaklarını bilmiyorlar ama bu deneyimsizlik, onlara bir yandan da cesaret kazandırıyor.
Üstelik bu yalnızca bir halk hareketi değil, aynı zamanda bir öğrenci hareketi. Saraçhane Meydanı’ndaki CHP mitinginde gençler, konser dinlemek istemediklerini açıkça dile getirdiler. “Mitinge değil, eyleme geldik” diyerek kendi yollarını çizmeye başladılar. Bu da gösteriyor ki gençlerin, öğrenci gruplarında ve arkadaş çevrelerinde daha sıkı bir örgütlülük geliştirmesi gerekiyor.
“Örgüt” kelimesi yıllardır bilinçli bir şekilde terörle ilişkilendirilerek anlamından koparıldı. Oysa örgütlenmek, organize olmak; birlikte düşünmek, birlikte karar almak demektir. Gençlerin örgütlenmesi, birlikte hareket etme gücünü bulmaları anlamına gelir. Ve şu an onlar, hayatlarında hiç başka bir başbakan ya da cumhurbaşkanı görmemişken, “Tam vakti!” diyor.
Gezi’den farklı olarak, artık halkın büyük bir kısmının desteğini kaybetmiş, zayıflamış ve tükenmekte olan bir iktidara son darbeyi indirmek istiyorlar. Unutmamaları gereken tek şey var: Ne olursa olsun bölünmemek. Egoları, kişisel şikâyetleri, öfkeyi, ayrımcılığı, ötekileştirmeyi, kutuplaşmayı bir kenara bırakmak zorundalar. Ve bunu her grup için, istisnasız uygulamak zorundalar. Aksi halde tüm bu mücadele bir anda yok olup gidebilir.
Z kuşağı, kendilerinden önce gelenlere adeta ders veriyor. Onlar, Z kuşağı kimliğini yalnızca bir etiket olarak değil, bir mücadele hattı olarak sahiplenmeli; bu kimliği, eylem içinde yeniden tanımlamalı. Böylece değişimi elleriyle inşa eden, tarih yazan bir kuşak olacaklar.
Ve belki bir gün, Z kuşağı tıpkı Zorro gibi, duvarlara büyük bir “Z” harfi kazıyacak. O harf, yalnızca bir harf değil; halk mücadelesini, direnişi ve bir kuşağın devrimci mirasını temsil edecek.