GİRİŞ
Tarih boyunca insanlık bilgiye nasıl ulaşıldığı, öğrenildiği ve bu bilgileri hafızasına nasıl kaydettiğiyle ilgili sorgulamalarda bulunmuştur. Bilim öncesi dönemde zihin felsefesi ile ilgilenen Platon, Aristo, T. Aquinas ve St. Augustine gibi filozoflar belleğin doğasını “bilinçli hatırlama” işlevi temelinde açıklamaya çalışırken; R. Descartes, W. Leibnitz, Main de Biran, ve W. James gibi filozoflar farklı bellek türlerinin ve/veya işlevlerinin varlığına dikkat çekmişlerdir. (Cangöz, s.51) Aristoteles, zaman ve mekânı birlikte ele almış, zamanı “bütünevren”in çemberi olarak görenlere karşı eleştirel bir yaklaşım ortaya koymuştur. Ruhun hareketi önce ve sonra olmasıyla ilişkili bir biçimde, fiziksel ve ölçülebilen bir kavram olarak değerlendirmiştir. (akt. İlhan, s. 156) Belleği sınıflama girişimi ilk kez doğa felsefesi yaklaşımının kurucusu olan Descartes’la başlamış ve günümüze kadar devam etmiştir. Descartes daha sonra hatırlamak istediğimiz bilgiler gibi, hatırlamak istemediğimiz bilgilerin (travmatik yaşantılar, çocukluk dönemi korkuları gibi) de zihnimizde iz bırakacağını (hatıra) ve bu izlerin gerektiğinde kullanılacağını (hatırlama) iddia ederken; Leibnitz, belleğin malzemeleri olan hatıraları hissedilebilen (sensible) ve hissedilmeyen (insensible) hatıralar şeklinde ikiye ayırmıştır. W. James 1890 yılında yayınlanan Psikolojinin İlkeleri isimli kitabında, bellek sistemlerini bilinçli zihinsel yaşantının destekleyici unsurları olarak tanımlarken, belleği birincil (primary) ve ikincil (secondary) bellek olarak sınıflandırmıştır. (Cangöz, s. 52) 19. Yüzyılın sonlarına gelindiğinde ise Bergson ilk defa “Bellek” kavramını geçmişten ayırarak, belleği yalnızca geçmişte yaşanmış şeylerin ilgilendirdiği bir kavram olarak değil; şimdinin içerisinde yaşanmaya devam etmekte olup sürekli devinim halinde olan bir yapı olarak tasvir etmiştir.
Bergson, “Madde ve Bellek” kitabında öncelikle maddesel uzayı ve bedeninin var olduğu düzlemde çevreleriyle etkileşimlerini ve bu ilişki içerisinde algının işlevi ve nerede yer alması gerektiğini tartışır; ardından kendinden önceki çalışmalardaki koyutları tartışarak belleğin işleyişi ve ontolojisi üzerine yeni bir söylem geliştirerek maddi dünyadan ayrı bir konumu olduğunu saptar ve Bergson, sürem fikrini bellek ile ilişkilendirir. Bilinç bellektir; hatıraların korunması ve hatırlanması tinin işi, varlığın bir özelliğidir. Sürem, bilinçteki her anın onun ardından gelen anla bütünselleştiği bir harekettir. Bergson’a göre süremdeki bir an yok olmaz, onu takip eden anda erir. Anların birbirini takip etmesi, sürekli bir bütünselleşmedir. (Direk, 2021, s. 19-20) Deleuze, bu yaklaşımı kendi içkin ontolojisiyle uyumlu bulur ve Bergson’un zaman (süre) ve bellek anlayışını, varlığın sürekli yaratıcı bir akış ve farklılaşma içinde olduğu fikriyle genişletir. Bergson’un sezgi kavramı, Deleuze için statik ve soyut kavramların ötesinde, yaratıcı ve dinamik bir bilinç akışının bilgisidir.
Bu bağlamda, bellek yalnızca zihinsel bir işlev ya da bireysel deneyimin deposu değil, aynı zamanda estetik bir temsil alanıdır. Sinema, zamanın yapısını bozarak yeniden kurabilen, algıyı dönüştürerek hatırlamayı yeniden şekillendirebilen bir anlatı biçimi olarak belleği görselleştirme potansiyeline sahiptir. Zamanın doğrusal olmayan akışını, geçmişin şimdideki izlerini ve hatırlamanın yapısal karmaşıklığını sinematografik anlatımla ortaya koyabilen sinema, bu yönüyle felsefi bellek kuramlarının da düşünsel bir devamı haline gelir. Federico Fellini’nin Amarcord (1973) filmi, yalnızca yönetmenin çocukluk anılarına dayanan bir hatırlama süreci değil; bireysel belleğin, kolektif hafızayla iç içe geçtiği çok katmanlı bir yapıyı sinema aracılığıyla inşa eden örneklerden biridir. Film, çocukluğun duygulanımsal perspektifinden geçmişi hatırlarken, aynı zamanda toplumsal ritüeller, mitolojik imgeler ve siyasal göndermelerle kolektif hafızanın da nasıl inşa edildiğini gösterir.
BERGSON VE BELLEK
Cambridge Dictionary’e göre “bellek” (memory) “hatırladıklarınızı depolayan zihninizin bölümü” olarak geçer, ancak bellek depolanabilir bir şey midir? (Cambridge University Press, n.d.) Eğer öyleyse nerededir? Zihnimizin bir bölümü olarak adlandırılan yer beynimiz mi yoksa apayrı bir mekan mıdır? Deleuze burada sorulan soruların yanlış ortaya konmuş bir problem olduğunu söyler: Anılar nerde saklı dururlar sorusu bir yanlış problem, yani kötü analiz edilmiş bir karışım içerir. Sanki anılar bir yerde saklı durmalıymış, örneğin beyin onları saklamayı becerebilirmiş gibi yaparız. (Deleuze, 2021, s. 112)
Bergson’un Bellek üzerine geliştirdiği argüman, zihinsel hastalıklar, beyin lezyonları, tanıma bozuklukları, delilik ve genel olarak bellek patolojisine dair yapılmış çalışmalardan bağımsız soyut bir çerçevede ele alınamaz. Bergson, anıların beyinde korunmadığını göstermeye çalışarak psikolojiye temel bir meydan okuma yöneltir. (Ansell-Pearson, 2018, s. 76)
Maddi dünyanın parçası olan beyindir, yoksa maddi dünya beynin parçası değildir. Maddi dünya adını taşıyan imgeyi ortadan kaldırın, aynı zamanda beyni ve beynin parçası olan beyinsel uyarımları da ortadan kaldırmış olursunuz. Tersine bu iki imgenin, beyin ile beyinsel uyarımın yok olduğunu varsayın: Hipotez gereği yalnızca onları silmiş olursunuz; yani pek az şeyi, büyük bir tablodaki önemsiz bir ayrıntıyı. Bütün tablo, yani evren, bütünüyle varlığını sürdürür. (Bergson, 2022, s. 21) Ayrıca geçmişin kendinde değil, başka bir yerde, örneğin beyinde saklandığını varsaymak, bize hiçbir yarar sağlamaz; bu kez, beynin kendi kendini saklama gücüne sahip olması gerekecektir… (Deleuze 2021, s. 113) Sanki Bergson şunu söylüyordur: Bellek beyinde değil, “zamanın içinde”dir; ancak zaman bir şey değil, süredir (durée); dolayısıyla hiçbir şey başka bir şeyin “içinde” olamaz. (Ansell-Pearson, 2018, s. 76)
Bergson burada yaptığı ayrıştırmayla belleği hem maddi dünyadan ayırır hem de bizlerin duyularımız aracılığıyla etkileşime girdiğimiz, çevremizi duyumsamamızı sağlayan algıyı da maddi dünyaya bırakır. Bergson, pek çok filozofun tersine, belleğin algıdan derece bakımından değil, doğa bakımından farklı olduğunu savunur. Bellek, şimdinin canlı imgesini sunan algıya göre aynı imgenin eskimiş, soluklaşmış bir çeşitlemesini sunuyor değildir. Belleğin ortaya çıkardığı geçmişin imgesi, algının imgelerinden çok daha canlı olabilir. Sorun, bir derece farkını belirlemek değil, algının ve belleğin farklı doğalarını kavramaktır. “Algı ne kadar maddeye yakınsa, bellek de o kadar maddeden uzaktır.” (Yücefer, 2021, s. 37) Bellek beynin bir işlevinden başka şeydir ve algı ile anı arasında kademe farkı değil, yapı farkı vardır. (Bergson, 2022, s. 224)
Bergson iki farklı anı tanımı ortaya atar; birincisi “Öğrenilmiş Anı”; öğrencinin dersini tekrarlayarak onu bir anı haline getirmesiyken ikincisi ise “Kendiliğinden Anı”dır. Öğrenilmiş anı tekrarlara dayanarak, bir alışkanlık misali onu maddi dünyayla birleştirir. Kendiliğinden anı, daha oluştuğu anda kusursuzdur; zamanın onun imgesine bir şey eklemesi demek bozması demektir; bu anı, yerini ve tarihini bellek için koruyacaktır. Tersine, ders daha iyi öğrenildikçe, öğrenilen anı zamanın dışına çıkacaktır; giderek daha kişisizleşecek, bizim geçmiş yaşamımıza giderek daha yabancılaşacaktır. Tekrarın etkisi kendiliğinden anıyı öğrenilen anıya dönüştürmek asla değildir; onun rolü, yalnızca, kendiliğinden anının sürmesini sağlayan hareketleri giderek daha fazla kullanarak, bunları kendi aralarında düzenlemek ve bir mekanizma oluşturarak bedensel bir alışkanlık yaratmaktır. (Bergson, 2022, s. 81) Öğrenilmiş anı maddileşip uzay düzlemine ait olurken kendiliğinden anıyı da algılayabilmemiz için onun kendi zamanına geçmemiz, etkileşime girip algımızla iş birliği yaparak yüzeye çıkarmamız gerekmektedir. “şimdiden kendimizi koparıp önce genel olarak geçmişe, ardından geçmişin belli bir bölgesine yerleştiğimiz sui generis (kendine özgü) bir edimin bilincindeyizdir: fotoğraf makinesinin ayarlanmasına benzer bir el yordamıyla arama uğraşı. Ama anımız hala virtüel haldedir; bu yolla sadece uygun bir tutum takınarak anıyı alımlamaya hazırlanırız. Anı, yoğunlaşmakta olan bir bulut katmanı gibi yavaş yavaş belirir, virtüelden edimsel hale geçer…” (Deleuze, 2021, s. 115)
Bergson’un böyle betimlediği şey, ontolojiye sıçramadır. Varlığa, kendinde varlığa, geçmişin kendinde-varlığına gerçekten sıçrarız. Psikolojiden çıkmak söz konusudur. Anıların ötesindeki Bellek ya da ontolojik Bellek söz konusudur. Yalnızca bunun ardından, bir kez sıçrama gerçekleştikten sonra, anı yavaş yavaş psikolojik bir varoluş kazanır… (Deleuze, 2021, s. 116) O halde Bellek ayrı bir varlık kazanmaktadır ve bunu genel bir geçmiş yaratısı kabulüyle ortaya koymaktadır. “Şimdi”nin var olabilmesi için geçmesi gereken bir geçmiş vardır; birbirlerini sürekli beslerlerken kurulan ilişki sayesinde biz bir şeyleri hatırlar ya da unuturuz, çünkü bellek olmadan saf algının algıladığı şeyleri anlamlandırması imkansızdır, aynı şekilde algımız olmadan da sıçradığımız Belleğin kendinde-varlığında kayboluruz.
Bergson ve Deleuze’un zaman ve bellek anlayışı, geleneksel lineer zaman kavramını aşarak geçmiş ve şimdinin bir aradalığını öne çıkarır. Bu bağlamda, belleğin temsil edici olmayan doğası, geçmişin şimdiyle birlikte var olmasıyla açıklanır (Al-Saji, 2005, s. 204). Belleğimde biriken anılar toplamını bir SAB konisiyle (Şekil 1) gösterirsem,

geçmişin içinde oturan AB tabanı hareketsiz kalırken, her an için benim şimdiki zamanımı gösteren S tepesi sürekli ilerler ve benim edimsel evren tasarımımın P hareketli düzlemine de sürekli olarak temas etmektedir. Beden imgesi, S’de yoğunlaşır ve P düzleminin parçası olan bu imge, düzlemi oluşturan tüm imgelerden kaynaklanan eylemleri alımlamak ve geri göndermekle sınırlar. (Bergson, 2022, s. 148) AB geçmişi S şimdisiyle bir arada var olur, ama bunu yaparken, S’ye göre tümüyle ideal olan bir yakınlık ya da uzaklığın derecelerine karşılık gelen bütün A’B’, A’’B’’ vs. kesitlerini kendinde taşır. Bu kesitlerin her biri virtüeldir, geçmişin kendinde varlığına aittir. (Deleuze, 2021, s. 120) Bu şekilde karşılıklı etkileşimleri sayesinde bellek algıyı yönlendirip kendi içinde tekrar anılar üretirken algı da P düzleminden sürekli olarak aldığı bilgileri belleğe göndermeye ve onu beslemeye devam eder. “Yaşantılanan beden, zaman akışı içinde yer alan bir varlıktır; ancak bu akış içinde bedeni geçmişin boyutu ve geleceğin ufku doğrultusunda sürekli hareket ettiren şey, şimdinin gereksinimleridir. Gerçeklikle olan bağ koparsa —bu bağ, bedenin içine yerleştiği eylem alanıdır—, yok olan şey doğrudan geçmiş imgeler değil, bu imgelerin edimselleşme olasılığıdır; çünkü bu imgeler artık gerçek üzerinde etkide bulunamazlar.” (Bergson, 1977, aktaran Ansell-Pearson, 2017, s.79)
Bergson’un SAB konisi yalnızca bir bellek şeması değil, aynı zamanda bilinçli varoluşun zaman içinde nasıl konumlandığını gösteren dinamik bir yapıdır. Bu modelde, geçmişin farklı kesitleri, şimdinin gereksinimlerine göre değişen yoğunluklarla yüzeye çıkabilir; böylece bellek, durağan bir yığın değil, süre içinde devinen, katmanlı bir varlık alanı olarak düşünülür. Algı ise bellek tarafından yönlendirilen ve maddi düzlemle ilişkiyi sağlayan bedenimizi temsil ederken; aynı zamanda devamlı olarak etkileşimde bulunduğu maddi uzayın bilgilerini belleğe taşımaktadır. Bergson’un şemalaştırdığı bu yapı yalnızca psikolojik bir ilişkisellik olmayıp aynı zamanda birbirinden derece farkı olarak değil; yapı olarak da farklılaşan “Madde” ve “Bellek” ayrımının ontolojik bir göstergesi olarak kavranmalıdır. Bellek, yalnızca geçmişe ait ya da geçmişe dair değil; algı yoluyla, şimdiyle birlikte bir oluş halindedir.
KOLEKTİF HAFIZA
Sosyolojinin kurucusu sayılan Emile Durkheim, kolektif hafıza ifadesini kullanmasa da bu kavramın temeli niteliğindeki fikirleri ortaya atan ilk kişidir. Durkheim, bireyin hafızasının oluşmasında toplumun göz ardı edilemez bir etkisi olduğunu savunur. (Çakmak, 2016, s. 13) Kolektif hafıza kavramını ilk kullanan ve sistematik olarak inceleyen ise Maurice Halbwachs’tır. Halbwachs, bireysel hafızaların sosyal yapılar ve kurumlar içinde geliştiğini, yalnızca grup bağlamında anlamlandırılabileceğini belirtmiştir. Ona göre, bireylerin hafızası grup içinde edinilir, hatırlanır, organize edilir ve konumlandırılır (Halbwachs & Coser, 1992, s. 38) Burada grup, aileden ulus-devlete kadar geniş bir spektrumu kapsar ve her grubun kendine özgü, somut kimlikli bir kolektif hafızası vardır (Halbwachs & Coser, 1992, s.39)
Halbwachs’ın önemli bir vurgusu, evrensel ve tek bir kolektif hafızanın olmadığı, bunun yerine farklı gruplara özgü kolektif hafızaların bulunduğudur. Bu hafızalar belirli bir zamansal ve mekansal zeminde ortaya çıkar ve grup hafızayı inşa ederken, bireyler hatırlama görevini üstlenir (Halbwachs & Coser, 1992, s.39) Ayrıca, bugünün inanç, karar ve beklentilerinin geçmişe bakışımızı şekillendirdiği, sosyal bir inşa olarak geçmişin sürekli yeniden üretildiği “şimdiki zamancı yaklaşım” (presentist approach) olarak adlandırılan bir yaklaşım da mevcuttur. Bu yaklaşıma göre, gruplar güncel meseleleri açıklamak için geçmişten farklı anları seçer, rasyonalize eder ve yeniden inşa eder (Coser, 1992, s.25-26)
Sinema da kolektif hafızanın inşasında önemli bir araçtır. Sinema, toplumsal belleğin yeniden üretiminde mitler, semboller, ulusal bayramlar, anma etkinlikleri ve okul kitapları gibi diğer araçlarla birlikte yer alır. Sinema, politik bir yapıya sahip olup, toplumsal travmalarla yüzleşme sürecinde yapıcı bir rol üstlenebilir. Hafızanın iki ana unsuru olan hatırlama ve unutma, sinemada farklı görünümlerle temsil edilir (Çakmak, 2023, s.8-9). Özellikle Amarcord filminde, transatlantik gemisinin Rimini’den geçmediği halde, herkesin bunu hatırlaması, kolektif hafızanın sosyal ve kültürel bağlamda nasıl inşa edildiğine dair bir örnek olarak gösterilebilir. Bu, bireysel anıların ve toplumsal anlatıların gerçeklikten bağımsız olarak şekillenebileceğini ve “hatırlama”nın toplumsal bir süreç olduğunu ortaya koyar. Diğer bir deyişle Halbwachs, bireyin hafızasını grup içinde edindiğini, anıların da bu toplumsal düzlemde hatırlandığını, organize edildiğini ve konumlandırıldığını ifade eder. Burada sözü edilen grup, aileden ulus-devlete kadar uzanan geniş bir spektrumu kapsar. Sosyal sınıflar, aileler, ordular, dernekler, sendikalar, çoğu zaman eski zamanlarda kendi bünyelerinde inşa edilen belleklerin izlerini taşır. (Çakmak, 2016, s.13)
AMARCORD FİLMİNDE BELLEĞİN TEMSİLİ
Federico Fellini’nin 1973 yapımı Amarcord filmi, yönetmenin çocukluğunun geçtiği Rimini kasabasında faşist İtalya döneminin grotesk ve rüyavari bir hatıratını seyirciye sunar. Amarcord, Rimini kasabasında konuşulan İtalyancanın Emilia-Romagna lehçesinde “hatırlıyorum” anlamına gelmektedir. Fellini her ne kadar kendi çocukluk anılarından yola çıkarak filmini oluştursa da aynı zamanda onunla birlikte tüm Rimini kasabası da hem filmin içinde hem de dışında hatırlamaktadır. Amarcord filminin açılışında baharın gelişini kutlamak için bir araya gelen kasaba halkını görürüz. Topluca yapılan bu ritüeller yalnız tek bir kişiye olan anılardan ziyade, topluca yaşanan ve topluca hatırlanan bir hatıra görevi görür. Film boyunca farklı ritüellerin sahnelenmesi ve karakterlerin kendilerini bu toplulukla var etmesi veya hatırlaması Halbwachs’ın bireyin hafızasını grup içinde edindiğine dair söyleminin Fellini’nin sinemasındaki karşılığı olarak belirir.
Bergson’un zamanın içine yerleştirdiği bellek ise film boyunca; anılar, fanteziler, rüyalar ve gerçekliğin iç içe geçmiş yapısında, hatırlama ve unutma eylemlerinin içinde karşımıza farklı şekillerde çıkar. Filmimizin ana karakteri Titta’nın günah çıkarma sahnesinde rahibin ona son günah çıkartmasından sonra işlediği günahlarını sorunca Titta’nın belleğindeki virtüel olarak bulunan anılar edimselleşerek algı dünyasına gelir, hatırlamaya başlar. Gradisca’yı – Gradisca aynı zamanda bütün bir kasabanın hayran olduğu, sevdiği, istediği Akdeniz kültürünün erotik kadını olarak filmde yer alması kolektif bir hatırlama halinin bir kişi yaratımının göstergesidir – Tütüncü kadını, öğretmenini, çalışan köylü kadınları; Titta günahlarını düşünürken hatırlamaktadır da aynı zamanda. Bergson’un kavramıyla aslında kendinde-belleğin olduğu zamana sıçramıştır. Anılarının gerçek mi yoksa Titta’nın aklında kurulu fanteziler mi olduğunu bilemeyiz, ancak ne olursa olsun bu anılar artık vardırlar. Belleğin uzayına sıçrama yapmış Titta orada sıçradığı yerden aldığı anılarını algı dünyasına çekmiştir. Bu noktada da aslında anıların sadece yaşanmış maddi şeyler olmadığını görüyoruz. Düşünülen, hayal edilen, fantezisi kurulan her bir nokta da Bergson’un konisinde yerini almış ve kendisini tekrar tekrar üreterek belleğin içinde kendisine farklı yerler edinmiştir.


Filmde hatırlanan bu çocukluk dönemi yalnızca anımsanan belli bir zaman değil bir yandan da çocukluğun hayata bakışının da hatırlanmasını anlatısının merkezine yerleştirir. İtalya’da faşizmin baskın olduğu 1930’lar döneminde geçen filmde İtalyan hükümetinin kasabaya gelişiyle birlikte düzenlenen bir törene şahit oluruz. Törene koşarak giren askerler, bütün kasabanın da onları görmek için olan heyecanı gülünç bir şekilde, çocuğun bakışında ve algısında ne kadar ciddiyetsiz ve komik olduğunu ortaya koyar. Bu hatırlama hali hem birey bazında olmaktayken hem de eş zamanlı bir şekilde kasaba tarafından da hatırlanır; rüyalar, anılar, fanteziler birbirine karışarak törenin anısını çocuğun bakışıyla hatırlarken aynı zamanda kolektif bir şekilde yaşanıp kurulduğunu gösterir.
Bergson, koni metaforunda gördüğümüz, bellek ve madde düzlemi arasında iletişim noktasını sağlayan S noktası, algımızın, bizlerin belleğimizde hatırlanan anıları kavrayabilmemiz ve bulunduğumuz şimdiyi anlamlandırabilmemiz için gerekli olduğunu söyler. Amarcord filminde kasabanın üzerine sisin çökmesiyle yaşanan karışıklıklar bu teoriyi sinema tarihinde en iyi şekilde açıklayabilecek sahnelerden birisidir.


Sisin çökmesi, algının ortadan kalktığında insanın bellek içerisinde nasıl kaybolabileceğini gösterir. Titta’nın dedesinin evinin yanındayken evini görememesi, öldüğünü zannetmesi tam da bu ilişkinin kopuşunda artık bulunduğumuz maddesel evrenin içinde olmamıza rağmen onu anlamlandıramayışımızı sembolize eder. Diğer taraftan anıların edimselleşerek algı haline gelme durumu da ortadan kalktığı için hatıralar da birbiri içine girerek bir karışıklık yaratır. Titta’nın kardeşinin sisli yolda okula giderken karşısına beyaz bir boğa çıkar. Beyaz boğa, Yunan Mitolojisinde Zeus’un Europa’yı kaçırmak için şekline büründüğü hayvandır. Yine sisin inmesiyle birlikte mitoloji, gerçek, bellek ve hikayeler birbiri içine girerek çok katmanlı bir yapı oluşturmaktadır. Aynı şekilde hem bireysel anılar hem de kolektif hatıraların da bu algının kaybıyla artık maddesel zamandan ayrıştığını ve zamanın içinde bir olarak aynı anda yaşandığını Titta ve arkadaşlarının eski bir malikanenin bahçesinde sisle çevrilmiş haldeyken içeriden gelen balonun seslerini duyumsamalarıyla o anıyı dans ederek tekrar yaşamaları çerçevesinde görünmektedir.
SONUÇ
Amarcord, Federico Fellini’nin çocukluk anılarından yola çıkarak kurguladığı bir film olmanın ötesine geçerek, bireysel ve kolektif belleğin zamanla, algıyla ve anlatıyla kurduğu çok katmanlı ilişkiyi ortaya koyar. Bu çalışmada, Henri Bergson’un belleği algıdan ontolojik olarak ayıran yaklaşımı ve Gilles Deleuze’ün bellek ile zaman arasındaki ilişkiye dair düşünsel açılımları, filmdeki yapının anlaşılması için bir kuramsal çerçeve sunmuştur. Bergson’un geçmişin “zamanın içinde” bulunduğu ve algıyla temas ettiğinde edimselleştiği yönündeki görüşü, filmde anıların, fantezilerin ve rüyaların maddi gerçeklikle kurduğu karmaşık ilişkiyi kavramak açısından aydınlatıcı olmuştur. Deleuze’ün bu yapıyı derinleştiren yorumları ise geçmişin yalnızca bir temsil değil, varoluşsal bir boyut taşıdığını, belleğin ontolojik bir düzlemde işlediğini vurgular.
Buna paralel olarak, Maurice Halbwachs’ın kolektif hafıza kuramı da filmde bireysel anıların toplumsal ritüeller, mekânlar ve mitolojik imgeler aracılığıyla nasıl kolektif bir anlatıya dönüştüğünü göstermede önemli bir zemin sunar. Fellini’nin sinemasında hatırlama, yalnızca bireyin iç dünyasında gerçekleşen bir olay değil, toplumun ortak hafızasında yeniden şekillenen bir süreçtir. Filmdeki bahar ritüeli, faşist törenler ya da sisin çökmesi gibi sahneler, hem bireysel belleğin algıyla temas kurduğu anları hem de bu temasın kolektif hafızayla nasıl örüldüğünü gösterir.
Amarcord, bu yönleriyle yalnızca geçmişin nostaljik bir temsili değil, belleğin nasıl oluştuğuna, nasıl dönüştüğüne ve nasıl paylaşıldığına dair sinematografik bir düşünme biçimi sunar. Bireysel algının belleğe erişiminde yaşadığı belirsizlikler ile kolektif hafızanın zaman-mekân kurgusu içindeki etkisi, filmin yapısal ve tematik derinliğini belirler. Sonuç olarak, Amarcord hem felsefi hem de toplumsal katmanlarıyla, sinemanın yalnızca bir anlatı değil, aynı zamanda düşünsel bir yüzey olarak da nasıl çalıştığını gösterir.
KAYNAKÇA
Fellini, F. (Yönetmen). (1973). Amarcord [Film]. Italy: Rizzoli.
Bergson, H. (2022). Madde ve Bellek (Çev. Işık Ergüden). Ankara: Fol Kitap.
Deleuze, G. (2021). Bergsonculuk (Çev. Hakan Yücefer). İstanbul: Alfa Yayınları.
Yücefer, H. (2021). Deleuze’ün Bergsonculuğuna Giriş. In G. Deleuze, Bergsonculuk (Çev.Hakan Yücefer s. 7–60). İstanbul: Alfa Yayınları.
Halbwachs, M., & Coser, L. A. (1992). On Collective Memory. Chicago: University of Chicago Press.
Ansell-Pearson, K. (2018). Bergson: Thinking beyond the human condition. Bloomsbury Academic.
Alpan Akmak, D. (2016). Kolektif hafıza bağlamında sinemada Kıbrıs sorunu (Yüksek lisans tezi, Yıldız Teknik Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı). İstanbul
Al-Saji, A. (2004). The memory of another past: Bergson, Deleuze and a new theory of time. Continental Philosophy Review, 37(2), 203–239.
İlhan, M.E. (2018) International Journal of Social Inquiry Cilt / Volume 11 Sayı / Issue 2 2018 ss./pp. 153-170
Cangöz, B. (2005) Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi 2005 / Cilt: 22 Sayı: 1 / ss. 51-62
Direk, Z. (2021). Çağdaş kıta felsefesi: Bergson’dan Derrida’ya. Ankara: Fol Kitap.
Cambridge University Press. (n.d.). Memory. In Cambridge Dictionary. Retrieved June 21, 2025, from https://dictionary.cambridge.org/dictionary/english/memory
Sturm, S. (2011, December 10). The movement of memory at work (Bergson) [Blog post]. Sean Sturm. https://seansturm.wordpress.com/2011/12/10/the-movement-of-memory-at-work-bergson/