Bültenimize Kaydol

GLEE İLE BÜYÜMEK

🎶 Don’t stop believin’, hold on to that feelin’ 🎶

Bu sözler, yalnızca bir şarkının değil, aynı zamanda bir jenerasyonun hislerini anlatıyor.
Bir dönem kendini “kaybeden” gibi hissettin mi? Kalabalık içinde bile yalnız olduğunu düşündüğün oldu mu? Eğer öyleyse, Glee tam da senin için yaratılmış bir hikâye olabilir. İlk bakışta klasik bir lise dizisi gibi görünebilir, ancak o, yalnızca bir dizi değil; bir aidiyet hikâyesi. Glee, dışlanmış olmanın getirdiği yalnızlığı gösterirken, aynı zamanda bir gruba ait olmanın, kendini kabul etmenin ve müziğin iyileştirici gücünün altını çizen bir hikâye.

“Ergenlik yıllarımda izlemedim, hala beni etkileyebilir mi” diye düşünenler olabilir. Aslında, Glee her yaştan insana dokunabilen bir hikâye anlatıyor. Çünkü büyümek, yalnızca belirli bir yaş aralığında gerçekleşen bir süreç değil; insan hayatının her döneminde ait hissedebileceği bir yere ihtiyaç duyar.

Dizi, Ohio’daki McKinley Lisesi’nde geçiyor ve hikâye, idealist bir öğretmen olan Will Schuester’ın (Mr. Schue) Glee kulübünü tekrar canlandırma çabasıyla başlıyor. Ancak okulun en popüler öğrencileri için Glee kulübü tam anlamıyla bir “kaybedenler kulübü.” Zorbalık, popülerler ve dışlanmışlar arasındaki uçurum gibi temalar Amerikan lise kültüründe sıkça görürüz.. Türkiye’de lise dinamikleri birebir aynı olmasa da, farklı hissetmenin, ait olamamanın ve gençlik yıllarındaki kırılganlığın ne anlama geldiğini hepimiz biliyoruz. Çünkü ergenlik, sadece fiziksel bir süreç değil; kimlik arayışının, kabul edilme ihtiyacının ve dışlanma korkusunun en yoğun hissedildiği dönemlerden biridir.

Glee’nin asıl gücü burada yatıyor: İnsan her zaman kendine ait bir yer arar, ve onu bulduğunda, aslında hiç de yalnız olmadığını fark eder. Glee, yalnız hissetmenin, yalnız olmakla aynı şey olmadığını göstermiştir. İşte bu yüzden yıllar geçse de izleyenlerin kalbinde yaşamaya devam ediyor.

Peki, Glee bizim için ne ifade etti? Bu yalnızca bir diziyi izlemek değildi; kendimizi tanımak, kabullenmek ve büyümekle ilgili kişisel bir yolculuğun parçasıydı. Glee, hayatımızın en kırılgan dönemlerinde bize bir yol arkadaşı oldu.
Şimdi, bu deneyimin bizde nasıl izler bıraktığını iki farklı gözden, Buse’nin ve Aylin’in
anlatımlarıyla paylaşacağız.

Buse’nin Bakış Açısından Glee
Bir dizi düşünün; yalnızca bir ekran deneyimi olmaktan çıkıp hayatınızın bir parçasına dönüşsün. Glee, benim için tam olarak böyle bir deneyim oldu. 2009’da ekranlara adım atan bu yapım, televizyon dünyasında bir fenomen olmanın ötesine geçti; bana kendimi keşfetme yolunda önemli dersler verdi.
Toplumsal kabul, bireysel kimlik ve aidiyet duygusu, Glee’nin merkezinde yer alıyordu. Dizideki her karakter, benzersiz hikâyesiyle bana ilham verdi. “Farklı olmak” bazen yalnız hissettirse de, Glee’yi izlemek aslında bunun büyük bir güce dönüşebileceğini gösterdi.

Lady Gaga’nın “Born This Way” şarkısında olduğu gibi, Glee’nin karakterleri de kendilerini oldukları gibi kabulleniyorlardı. Bu, kimliğimi sahiplenmenin ve onunla barış içinde yaşamamın ne kadar önemli olduğunu anlamamı sağladı.
Kendini ifade etme / kabul etme : Glee’nin en özgün karakterlerinden biri olan Brittany S. Pierce, benim gözümde yalnızca bir dansçı değil; özgürlüğün ve kendini ifade etmenin sembolüydü. Sahnede sergilediği performanslar, yalnızca bir yetenek gösterisi değil, aynı zamanda kendini bulma sürecinin bir yansımasıydı.
O yıllarda, Brittany’nin danslarını izlerken kendimi onunla özdeşleştirdiğimi fark ettim. Dans etmek, sadece bir teknik beceri değil; insanın iç dünyasını dışa vurma biçimiydi. Glee sayesinde bunun farkına varmam, benim de dans etmeye başlamamın en büyük motivasyonu oldu.

Kurt Hummel, Glee’nin en değerli karakterlerinden biriydi. Onun zorluklarla dolu yolculuğu, sadece LGBTQ+ temsili değil; tüm kimlik arayışlarına dair önemli bir dersti. Santana ve Brittany ile Kurt ve Blaine’in ilişkileri bana hiçbir zaman yabancı ya da anormal gelmemişti. Aksine, küçük bir çocukken bile bu ilişkilerin tamamen doğal olduğunu düşünüyordum. Kurt’un yaşadığı zorluklar, benim de kimlik mücadelesini ve dışlanmayı anlamaya başlamamı sağladı. Glee, kendimi anlamamda, kabul etmemde ve kendime güvenmemde dönüştürücü bir rol oynadı.

Müzik : Hâlâ, yıllık Spotify özetimde Glee şarkıları var. Mutlu olduğumda, üzüldüğümde ya da sadece nostalji yapmak istediğimde sığındığım bir dünya. Dizinin bende en net iz bırakan sahnelerinden biri, Blaine’in ikinci sezonda sahneye çıktığı “Teenage Dream” performansıydı. Blaine’in fragmanda söylediği şarkıyı duyduğum an, ona aşık olmuştum. Sesi o kadar etkileyiciydi ki, Katy Perry’nin orijinal versiyonundan ziyade, hep Blaine’in yorumunu tercih ettim. Hatta, bu versiyonun orijinalinden çok daha başarılı olduğunu düşünüyorum. ‘When I Get You Alone’ için de aynı şeyi söyleyebilirim.

Diziyle özdeşleşen performanslardan biri olan “Don’t Stop Believing” şarkısını, Glee karakterleri gibi kırmızı tişört ve kot pantolon giyerek bilgisayar başında söylediğim günleri hatırlıyorum. Bugün bile “Say a Little Prayer” koreografisini ezbere biliyorum.
Glee, müzikal sahneleriyle de büyüleyiciydi. Özellikle mash-up performanslarıyla, her şarkıyı kendine özgü bir şekilde birleştirerek unutulmaz anlar yarattı. “Rumor Has It / Someone Like You” performansını hala izlemediyseniz, mutlaka izlemelisiniz. Favori mash-up şarkılarım ise şunlar:
“Hit Me with Your Best Shot / One Way or Another”
“I Feel Pretty / Unpretty”
“Stop! In The Name Of Love / Free Your Mind”
“Fly / Believe I Can Fly”
“It’s My Life / Confessions Part II”

Elbette, Glee’nin yolculuğunda kaybettiklerimiz de oldu. Cory Monteith’in (Finn) vefatı, dizinin en zorlayıcı anlarındandı. “The Quarterback” bölümü, Cory’yi kaybetmenin acısını yansıtan bir dönüm noktasıydı. O gün, 13 yaşındaki Buse gerçekten çok üzgündü. Bu kayıp, dizinin ne kadar derin duygusal bağlar oluşturduğunun bir göstergesiydi.
Bugün bile, en yakın arkadaşlarımdan biri olan Aylin’le Glee hakkında saatlerce konuşabiliyoruz. Bir dizi, insanları bu kadar derinden etkileyebilir mi? Kesinlikle evet. Çünkü Glee, yalnızca bir hikâye değil; kendini bulma, müziğin gücünü keşfetme ve farklı hissetmenin bir armağan olduğunu anlama süreciydi. Beni kim olduğumla tanıştırdı, kendimi sevmenin ve başkalarını olduğu gibi kabul etmenin gücünü öğretti.
Yıllar geçse de, Glee her zaman özel kalacak.


Aylin’in Bakış Açısından Glee
Ortaokulda iki kızın Glee hakkında konuştuğunu duymuştum. Arkadaş olmak istediğim için onlarla ortak bir konu bulmam gerekiyordu. Bu yüzden hiç düşünmeden izlemeye başladım. Büyük bir heyecanla güncele yetişip yanlarına gittiğimde fark ettim ki biri hiç izlememiş, diğeri ise daha yeni başlamıştı. Büyük hayal kırıklığıydı.

Fakat zamanla fark ettim ki, aslında diziyi izlemeye devam etmemin sebebi onlar değildi. Glee’yi izlemeye başladığım anda, kendimi bulmuştum.
Arkadaşlarım olmasına rağmen kendimi farklı hissederdim. “Ben sizin gibi normal değilim” gibi dramatik bir durumdan bahsetmiyorum, ama insanlarla iletişim kurarken hep bir uyumsuzluk hissederdim. Sonradan bunun sosyal anksiyete olduğunu öğrendim; fakat o zamanlar sorunun bende olduğunu sanıyordum. Glee, farklı hissetmenin yalnız olmak anlamına gelmediğini gösterdi bana. Bu kulüp, en ‘ezik’ görülen insanlardan oluşsa da, onlar aslında yalnız değildi. Belki de, ben de değildim.

Glee’yi izleyenlerin çoğu Rachel Berry’yi pek sevmez. Fakat ben Rachel’ın yeteneğinden çok, onun müzikal nerd’lüğüne, kendine güvenine ve inandığı değerleri savunmaktan vazgeçmemesine hayran kalmıştım. Küçükken Rachel’ı bir idol gibi görüyordum. Kendimi hep ezik olarak düşünürdüm ve Rachel da okulda ezik olarak görülüyordu. Ama tüm bunlara rağmen, onun özgüvenli ve yetenekli oluşu beni büyülüyordu. İlk sezonun finalinde, Rachel’ın Finn’e “Şeytan’ın bacağını kır!” demesinin ardından Finn’in “Seni seviyorum” dediği sahnede yastıklara çığlık attığımı hatırlıyorum. O an içimden, ‘İşte aşk budur!’ demiştim. Glee sayesinde hayatıma yeni kavramlar ve mutluluklar giriyordu.

Ancak Glee’deki karakterlerden yalnızca Rachel’e bağlı değildim. Bütün karakterlerde bir parçamı bulabiliyordum onlar büyüdükçe, ben de büyüdüm. Mesela Santana Lopez, dizinin en sert ve acımasız karakterlerinden biriydi. Ancak zamanla, onun da içinde büyük bir mücadele verdiğini gördüm. Cinsel kimliğini açıklamak zorunda kalışı, bununla mücadele edişi ve özellikle “Songbird” şarkısını söylediği sahne… İşte o an, Glee’nin sadece bir lise dizisi olmadığını, gerçekten insanlara dokunduğunu fark ettim.
O dönemlerde cinsel yönelim, kimlik ve hatta seks kavramları bile zihnimde tam oturmamışken, Santana ve Brittany’nin ilişkisini izlerken içimde hissettiklerimi tam olarak anlamlandıramıyordum. Ama bildiğim bir şey vardı: Onların ilişkisi, dizideki birçok heteroseksüel çifte göre çok daha içten ve samimi gelmişti. Belki de Glee, henüz farkında olmadığım birçok şeyi keşfetmemin ilk adımıydı.
Daha önce hiç sorgulamadığım konular, Glee sayesinde bir anlam kazanmaya başladı. Santana’nın cinselliğiyle ilgili yaşadığı içsel çatışma, ailesinin onu reddetme korkusu ve sonunda kendini olduğu gibi kabul edebilmesi… Bunlar, ilerleyen yıllarda benim de yüzleşeceğim gerçeklerdi.

Glee’nin değindiği bir diğer nokta ise zorbalıktı. Zorbalığın ne demek olduğunu bizzat deneyimlemiş biri olarak, dizinin bu konuyu ele alışı benim için çok anlamlıydı. Abartılı bile olsa, Glee’deki zorba karakterler gerçek hayatta da hep varlar.
Mesela, dizide Kurt’a zorbalık yapan Dave Karofsky vardı. Onu sürekli küçümsüyor, itip kakıyor ve hatta fiziksel olarak saldırıyordu. Tam anlamıyla homofobik bir zorba gibi görünüyordu. Ama sonra beklenmedik bir gerçek ortaya çıktı. Karofsky’nin aslında kendi cinsel kimliğiyle savaşan biri olduğu ortaya çıktı. Kendi eşcinselliğini kabullenemediği için, bunu en açık yaşayan insana saldırarak gizlemeye çalışıyordu.
Bu durum, belki de gerçek hayatta en sık karşılaştığımız şeylerden biri. Kendi kimliğini kabullenemeyen insanlar, bunu başkalarına saldırarak örtbas etmeye çalışıyor. Böylesi insanlarla karşılaşmanın daha içine kapanık bir çocuk olarak büyüyen Aylin için büyük bir tecrübe olduğunu düşünüyorum.

Diziyi izlerken hissettiğim en güçlü anlardan bahsedecek olursam, bunlardan biri 3. sezonda Nationals’ı kazandıkları andı. Sahneye “Tongue Tied” eşliğinde girdiklerinde, yıllarca başlarına slushie atılan bu grup artık konfeti yağmuru altında duruyordu. O an gerçekten “Biz kazandık” diye hissetmiştim. Çünkü Glee sadece bir dizi değil aynı zamanda aidiyet duygusuydu. En dışlanmış görülen insanlar bile büyük bir etki yaratabilirlerdi.

Müzik konusuna gelirsek… Çocukluğumda müziği hayatıma dahil eden ve beni ona alıştıran yegâne diziydi Glee. Rocky Horror, Grease, Wicked gibi müzikalleri onun sayesinde öğrendim. Hatta bir noktada annemin, “Sen bu şarkıları nereden biliyorsun? Bunlar bizim zamanımızın parçaları!” diyerek şaşırdığını hatırlıyorum.
Dizinin benim için ne denli önemli olduğunu en çok Cory Monteith’in (Finn) vefatında anladım. O gün ne kadar ağladığımı bir ben, bir de odamın duvarları bilir. Yıllarca Lea Michele’in onun için yazdığı şarkıları dinledim. Hala içim bu konuda çok buruktur… Üçüncü sezondan sonra kaç kez izlersem izleyeyim benim için Glee orada bitti. Karakterler mezun oldu, yeni yüzler geldi ve eski büyü kayboldu. Ama bu, ona olan sevgimi azaltmadı.
Yıllar sonra, en yakın arkadaşlarımdan Buse ile Nationals sahnelerini izlediğimizde fark ettim ki, hayatımda ne değişirse değişsin, ne izlersem izleyeyim Glee’nin yerini asla başka bir şey alamayacak. Küçük Aylin o anı görseydi, kesinlikle gurur duyardı.


Ve gelelim sadede…
Kısaca Glee, tıpkı dizide olduğu gibi, bizim (Buse ve Aylin) için de birleştirici bir güç olmaya devam ediyor. Sadece bir dizi değil, aynı zamanda bizi bir araya getiren ortak bir bağ, kendimizi yalnız hissettiğimiz anlarda yanımızda olan bir dost ve müziğin hayatımıza kattığı ilhamın kaynağını sunuyor. Çünkü Glee gerçekten de bağ kurmayı başaran bir hikâye.
Oyuncuları için belki bir kabus olarak hatırlanıyor olabilir, ama izleyen binlerce insan için hâlâ bir dönüm noktası olmayı sürdürüyor. Farklı hissetmenin yalnız hissetmek anlamına gelmediğini gösteriyor, müziğin iyileştirici gücünü hatırlatıyor ve kendine ait bir yer bulamayanlara bir alan açıyor.

Glee yalnızca bir televizyon dizisi değil, kendimizi tanıma, kabul etme ve müziğin dönüştürücü gücünü keşfetme yolculuğuydu. Bize yalnız olmadığımızı gösterdi. Ve yıllar geçse de, bu yolculuk hep bizimle olacak.

En sevdiğimiz Glee şarkıları eklediğimiz çalma listemize linkten ulaşabilirsiniz.
GLEE MÜZİK LİSTESİ

Kaydol
Her zaman güncel kalmak için e-posta listesine katılın.